10 Aralık
"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."
Artık ona yarı deli gözüyle bakıyorduk. Çocukluğundan beri bilirdik onda garip bir şeyler olduğunu. Fazlasıyla sessiz, içine kapanık bir çocuktu fakat yeri geldiğinde büyümüş de küçülmüş pozlarıyla hiç beklemediğiniz cevapları alırdınız ondan. Aşırı dürüsttü ve konu komşu ziyaretlerinde kaç kere annemle babamın yüzünü kızarttığını hatırlamam bile. Bizim sır saklama, aileyi koruma huyumuza karşın, kardeşimdeki fazlasıyla gelişmiş adalet ve objektivite çoğu zaman yıldırırdı gözümüzü. Okulunda parlak bir öğrenciydi ve evde vaktinin büyük çoğunluğunu odasında tek başına kitap okuyarak geçirirdi. Soluk mavi gözleri vardı İnci'nin, soluk diyorum çünkü öyle bir maviyi başka türlü nasıl tarif edebilirim bilmiyorum, çok çok açık, bulutsuz bir yaz gününde gökyüzünün mavisi gibi. Bakamazdım gözlerinin içine, beni yok ediverecekmiş gibi, hiçliğe düşüverecekmişim gibi olurdu, oysa ki hayatı severdim ben, güzel kıyafetleri, kırmızı pabuçları, rengarenk kalemleri, saçlarıma boncuklar dizmeyi severdim, bahçede toprakla oynamayı, kablumbağaları ve adını sanını bilmediğim rengarenk çiçekleri severdim, denizi severdim, yüzmeyi, güneşte yanmayı, kızgın kumsalda gözlerimden yaş gelene kadar yürüyüp denize atlamayı, kumdan kaleleri, çakıl taşlarını, çam ağaçlarını, kozalakları. İnci düpedüz farklıydı benden ve yıllar geçtikçe aramızdaki fark derinleşiyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam ondaki en büyük değişim bir pazar günü başladı. Pazar günleri genelde bahçede mangal günü olurdu; halalar aileleri ile davet edilir, çoluklu çocuklu cümbüş şeklinde geçerdi. Ben oradan oraya kuzenlerle koşuşturmaya bayılırdım, nefes nefese kalana kadar türlü türlü eğlence bulurduk kendimize. İnci bir köşede ya da bir ağacın tepesinde -ki bu genelde dut ağacı olurdu-elinde yaşından büyük bir kitap, yaşından büyük diyorum çünkü 10 yaşından sonra çocuk kitapları okumayı bırakmıştı kendisi, arada bir ağzında beliren eğreti bir gülümseme ile bize bakar sonra gömülürdü satırların arasına. Neler okurdu, aklından ne geçerdi acaba? Ne düşünüyordu bizim hakkımızda? Hiç soramadım bunu kendisine fakat bir gün neden benimle ve arkadaşlarla vakit geçirmediğini sormuştum ona, gözlerime baktı, gözlerim yandı sandım, kırpıştırdım bir kaç kere, gözlerini bir an olsun benden çekmeden cevap verdi "her şey yok olmaya mecbur, yok olmayacak olanı arıyorum" ve ben ne demek istediğini soramadan o çoktan gitmişti karşımdan. Uzun zaman düşündüm bu konuyu fakat ben yok oluşlarla ilgilenmiyordum, canlılığı, kıpır kıpır atan kalbleri, güzel çiçek kokularını, yemyeşil kırları seviyordum, zihnimde üstünü örttüm derhal yokoluş beni de yakmadan.
O günün diğer pazarlardan pek bir farkı yok gibiydi, masaya oturup tatlı ve eğlenceli sohbetlerle yemeğe başlamıştık bile. İnci oturmadı bizimle, doğrusu bu ya pek de fark etmedik bunu, nerede olduğunu da o esnada düşünmüyorduk. Yemeğin ortasında İnci'nin yüksek sesle "kanalı değiştiriyorum şimdi" dediğini duyduk, o an birden derin bir sessizlik oldu, ne oluyor demeye kalmadan uyandım. Ne kadar gerçekçi bir rüyaydı diye söylendim kendime, yatakta doğrulmuş gözlerimi ovuştururken İnci'yi gördüm karşımda. Beni izliyor gibiydi, "Ne oluyor İnci tanrı aşkına, daha uyanamadım bile" diye söylendim biraz, omuzlarını silkip " Sen biraz kal burada, başka işlerim var " diyerek çıktı odadan. Kaç saat geçirdim orada hatırlayamıyorum, odada çok önemli işlerim varmış gibi, yemeği, içmeyi unutmuşum. Neydi ki o işlerim diye düşünerek dolandım oradan oraya. En sonunda kapıdan çıkmaya karar verdiğimde İnci'yi kapının önünde kollarını kavuşturmuş bana bakar gördüm. Ne yaptığını sordum, beni izlediğini söyledi, artık hepimize ekrandan bakıyormuş, kanalı istediği zaman değiştirebiliyormuş hatta çok yakında kontroller tamamen onda olabilirmiş. İnanamadım ve aşırı kızıp öfkelendim kendisine, ne yapmaya çalıştığını sordum, "hiç" dedi, sadece "hiç". Bu cevaba iyice tepem attı, tam elimi kaldırmışken kendimi mutfakta buldum. Ne zaman geldim hatırlamıyorum, bir şeyler atıştırmak için dolabı açtım , sonra birden duraksadım, yoksa bana bu kontrolüm dışındaki şeyleri yaptıran İnci miydi, inanılmaz korktuğumu hatırlıyorum, kontrollerin ona geçeceği ile ilgili dediklerini hatırladım. Mutfaktan kapıya doğru gidecekken kendimi tekrar buzdolabının önünde buldum.
Günlerim böyle ne zaman neyi yapacağımı bilemediğim ve kendi kendine yaptığım otomatik eylemlerle geçmeye başladı. İnci'nin bunda parmağı olduğuna adım gibi emindim. Zamanla bu kara büyülü oyunlarını da bıraktı, serbest kaldık hareketlerimizde fakat adım gibi eminim ki kardeşimin cismi burada olsa da artık başka bir boyutta gezinmekteydi, benim hayatımda ise onun soyut saçmalıklarına yer yoktu. Yaşamam lazımdı, görmem gerekenleri görmem, duymam gerekenleri duymam lazımdı. Şu an yaşadıklarımın ne gereksiz olduğunu düşünüp sadece 'hiç, hiç, hiç' diye haykırıp, pişman olsam da onu biraz olsun anlamaya çalışmadığım için, o zamanlar umut vardı içimde ufuk çizgisine bu ağır beden içinde ulaşabileceğime dair delice bir umut.
"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."
Ve böylece başladı kardeşim bizden iyide iyiye kopmaya, bize tahammülü yok, kontrol etmekten de zevk almıyor ne zamandır, dünyaya tahammülü yok, maddeye tahammülü yok, garip bir şekilde derisi de artık bize benzemiyor, yer yer şeffaflaşan yerlerden çok kuvvetli bir ışık süzülüyor gibi hayret uyandırıcı bir şekilde parlıyor.
O gün geldi. Hepimizi topladı masanın başına önümüze samanyolunun takım yıldızlarını koydu. Sorar gözlerle baktık ona, "biliyorsunuz, görüyorsunuz halimi, maddeyi taşımakta zorlanıyorum, yıldız özüm fışkıracak yer arıyor ve ben maddenin ağırlığını taşıyabilen insanları gördükçe hayıflanıyorum, nasıl katlanabiliyorsunuz bilmiyorum fakat bana müsade; şimdi parmağımı koyduğum yere gideceğim ve hoşçakalından öte ne denir bilmiyorum" dedi ve parmağını nereye koyduğunu göremeden bir ışık huzmesinin gözümüzün önünde pencereden gökyüzüne yükseldi.
Hoşçakal İnci.
Esindaş
"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor. Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor. Bunca pislik ara...
Samanyolu
"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."
Artık ona yarı deli gözüyle bakıyorduk. Çocukluğundan beri bilirdik onda garip bir şeyler olduğunu. Fazlasıyla sessiz, içine kapanık bir çocuktu fakat yeri geldiğinde büyümüş de küçülmüş pozlarıyla hiç beklemediğiniz cevapları alırdınız ondan. Aşırı dürüsttü ve konu komşu ziyaretlerinde kaç kere annemle babamın yüzünü kızarttığını hatırlamam bile. Bizim sır saklama, aileyi koruma huyumuza karşın, kardeşimdeki fazlasıyla gelişmiş adalet ve objektivite çoğu zaman yıldırırdı gözümüzü. Okulunda parlak bir öğrenciydi ve evde vaktinin büyük çoğunluğunu odasında tek başına kitap okuyarak geçirirdi. Soluk mavi gözleri vardı İnci'nin, soluk diyorum çünkü öyle bir maviyi başka türlü nasıl tarif edebilirim bilmiyorum, çok çok açık, bulutsuz bir yaz gününde gökyüzünün mavisi gibi. Bakamazdım gözlerinin içine, beni yok ediverecekmiş gibi, hiçliğe düşüverecekmişim gibi olurdu, oysa ki hayatı severdim ben, güzel kıyafetleri, kırmızı pabuçları, rengarenk kalemleri, saçlarıma boncuklar dizmeyi severdim, bahçede toprakla oynamayı, kablumbağaları ve adını sanını bilmediğim rengarenk çiçekleri severdim, denizi severdim, yüzmeyi, güneşte yanmayı, kızgın kumsalda gözlerimden yaş gelene kadar yürüyüp denize atlamayı, kumdan kaleleri, çakıl taşlarını, çam ağaçlarını, kozalakları. İnci düpedüz farklıydı benden ve yıllar geçtikçe aramızdaki fark derinleşiyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam ondaki en büyük değişim bir pazar günü başladı. Pazar günleri genelde bahçede mangal günü olurdu; halalar aileleri ile davet edilir, çoluklu çocuklu cümbüş şeklinde geçerdi. Ben oradan oraya kuzenlerle koşuşturmaya bayılırdım, nefes nefese kalana kadar türlü türlü eğlence bulurduk kendimize. İnci bir köşede ya da bir ağacın tepesinde -ki bu genelde dut ağacı olurdu-elinde yaşından büyük bir kitap, yaşından büyük diyorum çünkü 10 yaşından sonra çocuk kitapları okumayı bırakmıştı kendisi, arada bir ağzında beliren eğreti bir gülümseme ile bize bakar sonra gömülürdü satırların arasına. Neler okurdu, aklından ne geçerdi acaba? Ne düşünüyordu bizim hakkımızda? Hiç soramadım bunu kendisine fakat bir gün neden benimle ve arkadaşlarla vakit geçirmediğini sormuştum ona, gözlerime baktı, gözlerim yandı sandım, kırpıştırdım bir kaç kere, gözlerini bir an olsun benden çekmeden cevap verdi "her şey yok olmaya mecbur, yok olmayacak olanı arıyorum" ve ben ne demek istediğini soramadan o çoktan gitmişti karşımdan. Uzun zaman düşündüm bu konuyu fakat ben yok oluşlarla ilgilenmiyordum, canlılığı, kıpır kıpır atan kalbleri, güzel çiçek kokularını, yemyeşil kırları seviyordum, zihnimde üstünü örttüm derhal yokoluş beni de yakmadan.
O günün diğer pazarlardan pek bir farkı yok gibiydi, masaya oturup tatlı ve eğlenceli sohbetlerle yemeğe başlamıştık bile. İnci oturmadı bizimle, doğrusu bu ya pek de fark etmedik bunu, nerede olduğunu da o esnada düşünmüyorduk. Yemeğin ortasında İnci'nin yüksek sesle "kanalı değiştiriyorum şimdi" dediğini duyduk, o an birden derin bir sessizlik oldu, ne oluyor demeye kalmadan uyandım. Ne kadar gerçekçi bir rüyaydı diye söylendim kendime, yatakta doğrulmuş gözlerimi ovuştururken İnci'yi gördüm karşımda. Beni izliyor gibiydi, "Ne oluyor İnci tanrı aşkına, daha uyanamadım bile" diye söylendim biraz, omuzlarını silkip " Sen biraz kal burada, başka işlerim var " diyerek çıktı odadan. Kaç saat geçirdim orada hatırlayamıyorum, odada çok önemli işlerim varmış gibi, yemeği, içmeyi unutmuşum. Neydi ki o işlerim diye düşünerek dolandım oradan oraya. En sonunda kapıdan çıkmaya karar verdiğimde İnci'yi kapının önünde kollarını kavuşturmuş bana bakar gördüm. Ne yaptığını sordum, beni izlediğini söyledi, artık hepimize ekrandan bakıyormuş, kanalı istediği zaman değiştirebiliyormuş hatta çok yakında kontroller tamamen onda olabilirmiş. İnanamadım ve aşırı kızıp öfkelendim kendisine, ne yapmaya çalıştığını sordum, "hiç" dedi, sadece "hiç". Bu cevaba iyice tepem attı, tam elimi kaldırmışken kendimi mutfakta buldum. Ne zaman geldim hatırlamıyorum, bir şeyler atıştırmak için dolabı açtım , sonra birden duraksadım, yoksa bana bu kontrolüm dışındaki şeyleri yaptıran İnci miydi, inanılmaz korktuğumu hatırlıyorum, kontrollerin ona geçeceği ile ilgili dediklerini hatırladım. Mutfaktan kapıya doğru gidecekken kendimi tekrar buzdolabının önünde buldum.
Günlerim böyle ne zaman neyi yapacağımı bilemediğim ve kendi kendine yaptığım otomatik eylemlerle geçmeye başladı. İnci'nin bunda parmağı olduğuna adım gibi emindim. Zamanla bu kara büyülü oyunlarını da bıraktı, serbest kaldık hareketlerimizde fakat adım gibi eminim ki kardeşimin cismi burada olsa da artık başka bir boyutta gezinmekteydi, benim hayatımda ise onun soyut saçmalıklarına yer yoktu. Yaşamam lazımdı, görmem gerekenleri görmem, duymam gerekenleri duymam lazımdı. Şu an yaşadıklarımın ne gereksiz olduğunu düşünüp sadece 'hiç, hiç, hiç' diye haykırıp, pişman olsam da onu biraz olsun anlamaya çalışmadığım için, o zamanlar umut vardı içimde ufuk çizgisine bu ağır beden içinde ulaşabileceğime dair delice bir umut.
"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."
Ve böylece başladı kardeşim bizden iyide iyiye kopmaya, bize tahammülü yok, kontrol etmekten de zevk almıyor ne zamandır, dünyaya tahammülü yok, maddeye tahammülü yok, garip bir şekilde derisi de artık bize benzemiyor, yer yer şeffaflaşan yerlerden çok kuvvetli bir ışık süzülüyor gibi hayret uyandırıcı bir şekilde parlıyor.
O gün geldi. Hepimizi topladı masanın başına önümüze samanyolunun takım yıldızlarını koydu. Sorar gözlerle baktık ona, "biliyorsunuz, görüyorsunuz halimi, maddeyi taşımakta zorlanıyorum, yıldız özüm fışkıracak yer arıyor ve ben maddenin ağırlığını taşıyabilen insanları gördükçe hayıflanıyorum, nasıl katlanabiliyorsunuz bilmiyorum fakat bana müsade; şimdi parmağımı koyduğum yere gideceğim ve hoşçakalından öte ne denir bilmiyorum" dedi ve parmağını nereye koyduğunu göremeden bir ışık huzmesinin gözümüzün önünde pencereden gökyüzüne yükseldi.
Hoşçakal İnci.
Esindaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: