06 Şubat
Yüzyıllardır oradaymış gibi duran fakat benim yeni keşfettiğim ulu ağaçlarla dolu bir ormanda yürüyorum; peşime üç tane köpek takılmış. Beni takip ediyorlar fakat niçin bilmiyorum; bazı patikalara sapmamı istemiyor gibiler. O derece sık bir orman ki köpeklerin varlığı beni sevindiriyor keza geri dönüş yolumu bulabileceğimden emin değilim. Ölüler dünyasından canlıların dünyasına geçiş yapmış gibiyim; bilmem neden kalabalıkların arasından sızan ölü geçmiş rahatsız etmekte beni. An ve anlar boyunca uzanan yaşanmamışlıkların insanı olmaya razıyım çoğu zaman. Orada öylece duran, üzeri yosun kaplı koca ve capcanlı bir kayanın üzerine oturup termosumu çıkarıyorum çantamdan. Melankoli basan zihnime Anna Karenina doluyor nedensiz. Kitabı hep yanımda; açıyorum rastgele bir sayfayı: “Ne zaman oluştu bu yuvarlak? Demin bakmıştım gökyüzüne, böyle bir şey yoktu orada. Yalnızca iki beyaz çizgi vardı. Evet, hayat üzerine benim düşüncelerim de böyle, farkına varmadan değişti.” Suçlu muydu Anna gerçekten? Yoksa o farkına varmadan değişen duygularının garip bir esiri mi? Fakat asıl içimi burkan şey belki de şimdiye kadar kimsenin aklına gelmemiştir; tekrar tekrar okuduğumuzda onun hikâyesini, her seferinde bıçağı saplar oluyor muyuz bir serçeninki kadar hassas yüreğine? Hikâyesi bu kadar güzel anlatılmamış olsaydı şimdiye çoktan ölü olacak bir kadını tekrar tekrar o acılarıyla yüzleştirmek bir nevi cehennemvari bir işkence yöntemi olmalı. Bir daha açmamak üzere kapatmalıyım Anna Karenina’yı. Bir kez daha trenin altına atmayacağım bu erdemli kadını! O vakit belki de asıl cehennem döngünün tekrarıdır; bir tren yolculuğu ile başlayıp, trenin altında biten bir döngünün.
Kahvemden birkaç yudum daha alıyorum; tatlı bir esinti ile saçlarım uçuşuyor; zaman durmuş gibi burada ve fakat burası zamanın hızlıca geçtiği tüm diğer mekânlardan daha gerçek geliyor gözüme. Ağaçlar mı beni korkutuyor yoksa aşağıdaki denizin görüntüsü mü bilmem bir şeyler merakımı cezbederken ve tatlı bir his kondururken ruhuma, başka bir şey benliğimi sorgulamama neden oluyor. Peki ya ben diyorum kendi kendime; peki ya ben? Hikâyemin bir kitaba aktarılmaması için sessiz dualar okuyorum içimden; biten bitmeli ve daire kırılmalı bir yerden. Hikâyemin ana fikrini aldım ben; örnek gösterilmeye ne hacet? Bütün bu deli saçması şeyler zihnimin içine dolmak için neden bu ormanı seçmiş ola ki?
Kahvem bitti ve yavaştan kararmaya başladı gökyüzü; minik damlalar akıtıyor bulutlarından yaslı gri gök bana. Kalkıyorum; yağmurluk yok üzerimde; ıslanacağım. Koşturarak beş dakika uzaklıktaki evime dönüyorum ve kendime bir kez daha kızıyorum; ‘nasıl olmuştu da 15 yıldır otururken burada, daha yenice buluvermiştim bu acayip yeri’. Bulmak istemeyen ben miydim yoksa o mu gizledi kendini?
O gizemli orman daha pek çok yerde karşıma çıkmaya başlayınca akli dengemden şüphelenmedim değil. Kendimden şüpheye düşürmemek adına kimseye de soramadım; deli kız damgası yemek kolaydı; kurtulmak zordu. Sürekli gittiğim bakkalın arkasında çıktı karşıma birkaç ay sonra; beş ay sonra ise fırına gitmek için bu ormandan geçmek zorunda kaldım. Balıkçı tezgâhı ormanın tam ortasına kurulmuş gibiydi bir yıl içinde ve kocaman bir gemi ağaçların arasında biçimini kaybetti. Kesinlikle bir şeyler oluyordu ve bunun iyi bir şeyler olma ihtimali oldukça düşüktü. Son zamanlarda ne yiyip ne içtiğimi düşündüm; zehirleniyor muydum bilmeden? Belki de daha geçen pazardan aldığım kocaman ve sulu mantarların yan etkisiydi tüm bunlar; halüsinasyondan başka bir şey olamazdı ne de olsa insanlar gayet normal bir şekilde hayatlarına devam ediyorlardı. Oysaki neredeyse mekân kalmamıştı hepimiz bir ormanın içindeydik ve belki de bunun tam olarak farkında olamayanlar ne ellerindeki işleri bırakıyorlar ne de çevrelerine bakıyorlardı.
İnsan yapımı hiçbir şey kalmayana kadar bu böyle devam etti. İnsan sayısı azalmıştı sanki? Ölüyorlar mıydı yoksa öylece kayboluveriyorlardı da ruhum bile duyumsayamıyordu? Tanrı bilir ancak! Kalan birkaçı garip ve sessiz şekilde çevrelerine bakmaya başladılar. Anca mı fark edilmişti bu garip olay? Ve artık fark etmiş olduklarına göre yanlarına gidip konuşabilirdim; ses ettim orada kütükte başını ellerine almış zavallı adama; bir şey dedi fakat anlamadım. Birkaç şey daha söyledim; cevap gene anlam veremediğim sözcüklerle geldi. Başka bir dil konuşuyorlardı artık; ya da ben başka bir dil konuşuyordum. Anlaşmamız mümkün değildi. Geri döndüm kendi kütüğüme. İşte dedim bu bir hikâye ve belki de kaydedilmeye değer; elime geçirdiğim sert madeni bir madde ile ağaca kazımaya başladım doğduğumdan beri başıma gelen her şeyi. Hikayenin sonuna doğru kimse kalmamıştı ortalıkta ve ben gitgide görünmez oluyordum. Son kelimeyi yazıyorum şimdi, birazdan..
‘Yüzyıllardır oradaymış gibi duran fakat benim yeni keşfettiğim ulu ağaçlarla dolu bir ormanda yürüyorum; peşime üç tane köpek takılmış. Beni takip ediyorlar fakat niçin bilmiyorum; bazı patikalara sapmamı istemiyor gibiler.’
Yüzyıllardır oradaymış gibi duran fakat benim yeni keşfettiğim ulu ağaçlarla dolu bir ormanda yürüyorum; peşime üç tane köpek takılmış. B...
Bengi Dönüş, Anna ve Ben
Yüzyıllardır oradaymış gibi duran fakat benim yeni keşfettiğim ulu ağaçlarla dolu bir ormanda yürüyorum; peşime üç tane köpek takılmış. Beni takip ediyorlar fakat niçin bilmiyorum; bazı patikalara sapmamı istemiyor gibiler. O derece sık bir orman ki köpeklerin varlığı beni sevindiriyor keza geri dönüş yolumu bulabileceğimden emin değilim. Ölüler dünyasından canlıların dünyasına geçiş yapmış gibiyim; bilmem neden kalabalıkların arasından sızan ölü geçmiş rahatsız etmekte beni. An ve anlar boyunca uzanan yaşanmamışlıkların insanı olmaya razıyım çoğu zaman. Orada öylece duran, üzeri yosun kaplı koca ve capcanlı bir kayanın üzerine oturup termosumu çıkarıyorum çantamdan. Melankoli basan zihnime Anna Karenina doluyor nedensiz. Kitabı hep yanımda; açıyorum rastgele bir sayfayı: “Ne zaman oluştu bu yuvarlak? Demin bakmıştım gökyüzüne, böyle bir şey yoktu orada. Yalnızca iki beyaz çizgi vardı. Evet, hayat üzerine benim düşüncelerim de böyle, farkına varmadan değişti.” Suçlu muydu Anna gerçekten? Yoksa o farkına varmadan değişen duygularının garip bir esiri mi? Fakat asıl içimi burkan şey belki de şimdiye kadar kimsenin aklına gelmemiştir; tekrar tekrar okuduğumuzda onun hikâyesini, her seferinde bıçağı saplar oluyor muyuz bir serçeninki kadar hassas yüreğine? Hikâyesi bu kadar güzel anlatılmamış olsaydı şimdiye çoktan ölü olacak bir kadını tekrar tekrar o acılarıyla yüzleştirmek bir nevi cehennemvari bir işkence yöntemi olmalı. Bir daha açmamak üzere kapatmalıyım Anna Karenina’yı. Bir kez daha trenin altına atmayacağım bu erdemli kadını! O vakit belki de asıl cehennem döngünün tekrarıdır; bir tren yolculuğu ile başlayıp, trenin altında biten bir döngünün.
Kahvemden birkaç yudum daha alıyorum; tatlı bir esinti ile saçlarım uçuşuyor; zaman durmuş gibi burada ve fakat burası zamanın hızlıca geçtiği tüm diğer mekânlardan daha gerçek geliyor gözüme. Ağaçlar mı beni korkutuyor yoksa aşağıdaki denizin görüntüsü mü bilmem bir şeyler merakımı cezbederken ve tatlı bir his kondururken ruhuma, başka bir şey benliğimi sorgulamama neden oluyor. Peki ya ben diyorum kendi kendime; peki ya ben? Hikâyemin bir kitaba aktarılmaması için sessiz dualar okuyorum içimden; biten bitmeli ve daire kırılmalı bir yerden. Hikâyemin ana fikrini aldım ben; örnek gösterilmeye ne hacet? Bütün bu deli saçması şeyler zihnimin içine dolmak için neden bu ormanı seçmiş ola ki?
Kahvem bitti ve yavaştan kararmaya başladı gökyüzü; minik damlalar akıtıyor bulutlarından yaslı gri gök bana. Kalkıyorum; yağmurluk yok üzerimde; ıslanacağım. Koşturarak beş dakika uzaklıktaki evime dönüyorum ve kendime bir kez daha kızıyorum; ‘nasıl olmuştu da 15 yıldır otururken burada, daha yenice buluvermiştim bu acayip yeri’. Bulmak istemeyen ben miydim yoksa o mu gizledi kendini?
O gizemli orman daha pek çok yerde karşıma çıkmaya başlayınca akli dengemden şüphelenmedim değil. Kendimden şüpheye düşürmemek adına kimseye de soramadım; deli kız damgası yemek kolaydı; kurtulmak zordu. Sürekli gittiğim bakkalın arkasında çıktı karşıma birkaç ay sonra; beş ay sonra ise fırına gitmek için bu ormandan geçmek zorunda kaldım. Balıkçı tezgâhı ormanın tam ortasına kurulmuş gibiydi bir yıl içinde ve kocaman bir gemi ağaçların arasında biçimini kaybetti. Kesinlikle bir şeyler oluyordu ve bunun iyi bir şeyler olma ihtimali oldukça düşüktü. Son zamanlarda ne yiyip ne içtiğimi düşündüm; zehirleniyor muydum bilmeden? Belki de daha geçen pazardan aldığım kocaman ve sulu mantarların yan etkisiydi tüm bunlar; halüsinasyondan başka bir şey olamazdı ne de olsa insanlar gayet normal bir şekilde hayatlarına devam ediyorlardı. Oysaki neredeyse mekân kalmamıştı hepimiz bir ormanın içindeydik ve belki de bunun tam olarak farkında olamayanlar ne ellerindeki işleri bırakıyorlar ne de çevrelerine bakıyorlardı.
İnsan yapımı hiçbir şey kalmayana kadar bu böyle devam etti. İnsan sayısı azalmıştı sanki? Ölüyorlar mıydı yoksa öylece kayboluveriyorlardı da ruhum bile duyumsayamıyordu? Tanrı bilir ancak! Kalan birkaçı garip ve sessiz şekilde çevrelerine bakmaya başladılar. Anca mı fark edilmişti bu garip olay? Ve artık fark etmiş olduklarına göre yanlarına gidip konuşabilirdim; ses ettim orada kütükte başını ellerine almış zavallı adama; bir şey dedi fakat anlamadım. Birkaç şey daha söyledim; cevap gene anlam veremediğim sözcüklerle geldi. Başka bir dil konuşuyorlardı artık; ya da ben başka bir dil konuşuyordum. Anlaşmamız mümkün değildi. Geri döndüm kendi kütüğüme. İşte dedim bu bir hikâye ve belki de kaydedilmeye değer; elime geçirdiğim sert madeni bir madde ile ağaca kazımaya başladım doğduğumdan beri başıma gelen her şeyi. Hikayenin sonuna doğru kimse kalmamıştı ortalıkta ve ben gitgide görünmez oluyordum. Son kelimeyi yazıyorum şimdi, birazdan..
‘Yüzyıllardır oradaymış gibi duran fakat benim yeni keşfettiğim ulu ağaçlarla dolu bir ormanda yürüyorum; peşime üç tane köpek takılmış. Beni takip ediyorlar fakat niçin bilmiyorum; bazı patikalara sapmamı istemiyor gibiler.’
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: