Dünyada, arka planda, garip şeyler olup bittiğinin farkında olan tek ben değilim, biliyorum. Fakat ben, haddimi aşarak, bir adım daha i...

Atlantisliler ve Kızgın Köylüler



Dünyada, arka planda, garip şeyler olup bittiğinin farkında olan tek ben değilim, biliyorum. Fakat ben, haddimi aşarak, bir adım daha ileri gideceğim ve bizim -bir zamanların kızgın köylülerinin- elimizden buna karşılık verebilecek silahlarımızın –ateşlerinin- ellerinden alınmış olduğunu söyleyeceğim. Garip şeyler bize rağmen, bize karşı sürüp gitmekte ve biz naif şekilde her şeyin insanlar için, onların rahatı, onların iyiliği için yapıldığına inanacak kadar saf köylüleriz aslında. Kendi kendime defalarca sorduğum çok büyük bir sorunun cevabını bir komplo teorisyeninden kısmi olarak alıyor olmam, aslında bize ne kadar çarptırılmış bir gerçekliğin sunulduğuna dair çok güzel bir örnek. Sorum şu; insanlığın zekâsı çok mu ilerledi de böylesine bir teknolojiyi yapabilir hale geldi eğer değilse bu teknoloji bize nereden gelmekte? Stanford Üniversitesinde 2012 yılında, Gerald Crabtree tarafından yapılmış olan bir araştırmaya göre insan zekasının en yüksek olduğu tarih aralığı 2000 ve 6000 yıl öncesi arasındaki dönem. İnsanlığın zekâsının daha fazla yükselmesinin ona evrimsel açıdan bakıldığında daha fazla yarar getirmeyeceğini de söylüyor bilim adamı. Uzun lafın kısası; zekâmızı kullanmak zorunda değiliz ve bu bizi daha zeki insanlar yapmıyor aksine gitgide aptallaştırıyor. Başka bir tartışma konusu da şöyle; yapılan araştırmalara göre 1800’lü yıllardan itibaren daha zeki insanların daha az çocuk sahibi olduğu olgusu da var ortada. Nereden bakarsanız bakın; daha zeki olmadığımız ortada. Peki, o zaman bu kadar teknoloji gitgide aptallaşan insanların üzerine nasıl oldu da yağdı? Nereden geldi?

İçimizde bir şeyler her an bombardıman şeklinde ekranlardan salınan korku ile endişe ve kaygı ile öldürülüyor. Gerçekten bize ait olan özgün pek az düşünce anca zihnimizde yeşerecek yer buluyor ve tam biçilecekleri zaman bir korku kasırgası ile darmaduman oluyorlar. Zihnimiz git gide çöle dönüyor; ayakta kalma güdülerimize yapılan akıl almaz saldırılarla, eşsiz ve biricik olabilecek fikirlerin önü tıkanıyor. Sabahtan akşama kadar ekranlarda yayınlanan sağlık programları ve buna benzer bir sürü program ile bizden sağlıklı ve uzun ömürlü olmamız talep ediliyor ve elimizden sağlıksız bir şekilde ölme lüksü bile alınıyor; bu sadece bir örnek elbette. Hiçbir şeye muktedir olmayan fakat muktedirmiş gibi görünen bir yığın insan sürüsünün eline bir taraftan bir takım teknolojik yenilikler tutuşturulurken, diğer taraftan sürüden ayrı düşmemeleri sağlanıyor; eşsiz bir fikir çıkma olasılığı gitgide düşüyor ve taklitler asılları sayıca kat ve kat aşıyor.
Üniversitelerin ilk başta neden kurulduğu ile ilgili inanılmaz bir komplo teorisi sayesinde yüzyıllar boyu süregelen bir takım iyileşmelerin neden aslında tam olarak biz köylüler için olmadığının az çok farkına varmış gibi oluyorum. Bunlar benim teorim değil lakin gene de benim düşünce sistemim ile arasından benzerlikler bulduğum için burada bahsetmek istiyorum. Teorisyenin adı Michael Tsarion; kendisi İrlanda kökenli ve İrlanda’nın bize anlatılmayan, kitaplarda ve filmlerde mitolojik bir halk olarak gösterilen Druidlerin tarihçisi; kendisini alternatif tarihçi olarak da adlandırmakta. Çok acayip hem de pek acayip teorisine göre üniversitelerin açılma nedeni, köylüleri cehaletten kurtarmak değil –ki zaten neden uğraşsınlar- Atlantislilerin soyundan gelen yönetici sınıfın geldikleri gezegene geri gidebilmek için dünyayı saran ve bu gezegeni adeta bir hapishaneye çeviren kalkandan geçebilmesini sağlamak. Michael Tsarion’a göre dünya Atlantisliler tarafından yönetiliyor ve şu ana kadar teknolojik olarak yapılan tüm hamleler her ne kadar insanlığa hizmet eder gibi görünse de arka planda, onları evlerine geri götürmek için tasarlanmış bir planın parçaları. Herkes bu planın işleyebilmesi için bir ucundan tutuyor ve onlar için adım adım yoldaki engelleri kaldırıyor. Üniversiteler bilim adamları, mühendisler elele vermiş uzaylı tanrıları için çabalıyor. Tüm bunlar Kraliçe Elisabeth zamanında ünlü majisyen John Dee tarafından başlatılmış görünüyor; aslında dünyaya sıkışmış olduklarını ve dünyanın kalkanını geçemeyeceklerini fark eden elitler farklı boyutlardan yardım alması için başvuruyorlar bu adama. John Dee farklı boyutlardan varlıklarla iletişime giriyor ve bu varlıklardan mikrop adı verilen bir grup yardım edebileceğini vadediyor. Bunun için enerjiden madde yapma olayının öğrenilmesi gerektiğini söylüyorlar fakat bu süreç oldukça zorlayıcı bir süreç olduğundan bunun yerine önce maddeden enerji yapımını öğrenmelerini salık veriyorlar. Elbette hiçbir şey bedava değil, bu bilgiler karşılığında kan istiyor bu grup; savaş istiyor; korku ve adrenalinden beslenen bu grup için tam da 15. Yüzyıl itibarı ile büyük savaşlar başlatılıyor söylenene göre. Mikroplardan bu süreçte çok fazla bilgi geliyor ve dünyadaki tüm majisyenler gelen bu bilgileri işlemek adına bir araya geliyor fakat yeterli olmayınca üniversiteler açılıyor ve sonrasında teknolojik atılımlar neredeyse ışık hızı ile artarak ilerliyor. Bu arada madenler çok büyük bir önem taşıyor ve İngiltere sömürgeciliğe ve korsanlığa  başlayarak dünyanın tüm madenlerini ve halklarını acımasızca kullanıyor. En nihayetinde gelinen noktada atom bombası keşfedilmiş, bilgisayarlarla birlikte akıl alamaz bir ilerleme sağlanmış ve sırf bunlar biz cep telefonu ve internet kullanabilelim diye olmuş öyle mi?

Nereden bakarsanız bakın hiçbir gelişmenin insanlık için yapıldığına dair en ufak bir izlenim alamıyorum ben. Biz köylüyken ve madenciyken de onların ihtiyaçlarını karşılayabiliyorduk aslında; ne gerek vardı bizim de onların gittiği üniversitelere –evren şehirlere-gitmemize ve kendimizi okumuş ve ayrıcalıklı görmemize? Çok büyük gerek vardı çünkü biz topraklarda ve madenlerde kalsaydık büyük ihtimalle haksızlığa dayanamayıp bir avuç yönetici sınıfa karşı, çok büyük bir isyan çıkaracaktık; bütün planları suya düşebilirdi. Şimdi ise sıcak evlerimizde tarlada madende çalışmaya göre kolay işlerimizde internetimiz, cep telefonumuz ve bilgisayarımızla kendimizi seçkin ve özel bireyler gibi hissedip; kısmen herkesin eşit olduğu bir dünyada kaymak tabakanın varlığını dahi hissetmeden rahat ve özgür olmasak da özgürmüşçesine aslında düpedüz hayal gücümüz olan hayatları yaşıyoruz. 
Alev elimizden alındı ve biz bunu hiç fark etmedik. Uyuşmuş uslarımızla bize farklı gelen her şeyi görmezden gelerek alışa geldik düzenimizi devam ettiriyoruz. Korku ile uyuşturulduk; rahatlık ile konfor ve haz ile uyuşturulduk. Bedenlerimizi devamlı olarak belirli bir kaygı seviyesinde tutan uyaranlar neticesinde fark ettirmeden delirdik, delirtildik. Başardığımızı sandığımız şeylerin neticesinde uyuşturulduk; rakam biriktirdik, başarılarımızı rakamlarla ölçer olduk. Her türlü sınavdan geçtik fakat asıl sınavdan hepimiz kaldık. Gerçeği algılayabilme yetilerimizi kaybettik; önsezilerimize, duru görülerimize, yüreğimizin sesine değil de bize söylenene inandık.

Alev elimizden alındı ve biz, bizleri bu hale sokanlara savaş açacağımıza kendi kendimize savaş açtık; hem maddi hem manevi devasa bir savaş. Kaybettik, kaybediyoruz. Uzaya çıkmak için can atan bir grup elit insanımsılar yüzünden kaybetmek en acısı olsa gerek. Fakat uyuşmuş benliğimiz laf dinlemez artık, bir sonraki başarısı için koşar adım giden benliğimiz aynen bir bağımlı gibi daha fazla rakam ister ve bu lanet olası bir kıyamet gibi sürekli başımızda dolanır; nesiller nesiller boyu. Her doğan çocuk aynen bizim gibi bir köle olarak göçer bu diyardan.
Alev elimizden alındı ve ne desem boş. 

0 yorum:

İLETİŞİM