Bu dünyayla, hayatla ve insanın karanlık tarafı ile ilgili o kadar çok bilmediğimiz şey var ki bütün bu sorularımızın karşılığını öte diyarda alacağımızı ummaktan ötesini yapamıyoruz. Bilincimiz bazen birden çakan minik bir kıvılcımla bizi, esasen bir şeyleri bilebildiğine dair, ikna etmeye çalışıyor ve fakat görüngüler o kadar kısa süreliğine zihnimizin bir köşesine düşüyor ki onlardan anlık heyecan dışında herhangi bir anlam çıkarabilme faaliyeti, usumuzun sınırlarında bir yerlerde, başarısızlığa uğruyor. Ufuk çizgimizde apansız beliriveren kırmızılara bulanmış harikulade bir bulut, bizi öte diyarla ilgili sezgisel bir mekâna davet eder gibi görünse de bu anlık görüntü yerini alacakaranlığa bırakıyor ve biz sezdiğimizin gerçekliğini sorgular hale geliyoruz.
Sezgilerimiz nesnel boyutta bizi araçsız bırakmakta; adı konmayan her olgu usumuzdaki derin ve karanlık boşluğa düşerek sadece yankıları duyulur hale gelmektedir. Sezgilerimizin yankılarının yankıları kendilerini oluşturamadan henüz, bilinçaltımızdan çıkan ve bize uzanan her el gibi, bir anlığına parlayıp sönüvermekte ve nesnelliğin ön planda olduğu bir dünyada kendine tutunabilecek bir kuram bulamamaktadır. Sezgisel boyut çoktan yazılıp bitmiş kitaplar tarafından ele geçirilmiştir ve her şeyin çözümünü sunduğunu söyleyen bir grup insan tarafından yönetilmektedir. Sizin usunuza bir gelip bir giden, arada bir kendini gösterip sonra kaybettiren öte diyar bilgisinin sonuçlanıp bitmiş olgular yönünden hiçbir değer taşımadığı ortadadır. Bu kadar çözüme rağmen insanlığın doldurulamaz derin boşluğundan hala daha sızan ince kan dahi, çözüme ve cevaba bir adım bile yaklaşamamış olduğumuzun bir göstergesidir aslında. Ruhu bir kenara atarak, hiçbir alanda hiçbir çözümün ortaya çıkamayacağı o kadar aşikârdır ki bunu çabalamaları içinde farkına varmadan boğulmakta olan insanlığa şöyle bir bakarak anlayabilirsiniz. Ve fakat diğer taraftan nesnel bakış açısı ile yapılmış ampirik yöntemleri yok saymak da o derece kuruntulu bir yaklaşım olacaktır. Her konuda şüpheci yaklaşım esas olmalıdır aksi takdirde elinize geçen, bir tarafta canlılık mucizesini nesnel boyuta –ki kanımca en aşağıdaki boyut bu olmalı- indirgeyenlerle, sorgulanamaz ve bir o kadar da doğrulanamaz anca inanılabilir farazi bir ruhsal duruma indirgeyenler arasında gidilip gelinir. İnanma faaliyeti esasen başlı başına bilinmeyen durumlar için söz konusu olan bir eylemdir. Bildiğiniz şeye inanmazsınız; bilirsiniz; anca bilmediğiniz bir şeye inanırsınız veyahut da inanmanın dışında bir şansınız yoksa, inanmak zorunda bırakılırsınız.
Ruhun varlığı da yokluğu da sorgulanması gereken durumlardır. Bireyin inanma eyleminden ziyade bilme eylemine yönelebilmesi ve bunun için de kendi bilinçaltındaki öğelere, sezgilere başvurması elzemdir. Koca bir kâinat insan zihninin içindedir kanımca ve bizim asıl ilgilenmemiz gereken zihnimizde de karanlık bölgede kalan kâinatın bilinmeyen yönünü ortaya çıkarabilmektir. Fakat sürekli beyninin sol tarafını kullanmaya uyum sağlatılmış bir toplumun sezgilere önem vermeyeceği kesindir. Bunun dışında zaten en büyük sorunun çoktan cevabı verilmişse neden zorlamalı ki insan kendini? Sadece reçetenin birebir uygulanması hiçbir hastalığın tam bir tedavisi olamayacağı gibi çoktan asıl anlam ve önemini kaybetmiş bir takım ritüellerin otomatik olarak yapılması ve ezberden okunan kelimelerin insanın ruhsal kurtuluşunu sağlayamayacağı açıktır. Eğer ki sağlasaydı dünya çoktan daha da güzel bir yere dönüşmüş olurdu. “Yurtta sulh, cihanda sulh” tabirinin bir diğer anlamı “ruhta sulh, kainatta sulh” olmalıdır aslında. Kendi ruhunu çözmüş ve onunla barışmış insanların bulunduğu bir dünyayı bizim şu anki aklımızla hayal etmemiz pek zor. Göbek bağı ile bağlı olduğumuz yerküre ve gök küremiz bizim ruhumuzun savaşlarını bizimle beraber yaşamak ve bize tekrar yaşatmak zorundadır. Dünya tüm halleri ile bizim yansımamızı bize gösterir ve elbet kanayan kalbimiz kanatacaktır toprağı, çeşit çeşit ateşlerin içinde bir başına sıkışmış ruhumuzun yangını yakacaktır ormanları, içimizdeki bitmek tükenmek bilmeyen ve gün geçtikçe artan rüzgârlar, kasırgalara dönüşecektir ve yıkacaktır önüne geleni.
Biz hiçbir zaman tek değildik ve hiç olmadık ve fakat lakin bir olma fikrinin gerçekleşebilmesi için öncelikle çoğulluğumuzun farkında olmalıyız. İçimizde tek bir ses bile tam olarak bize ait değilken, kararları tek başımıza aldığımızı kim söyleyebilir bize? Bir şekilde ve her nasıl olduysa tek kaldık ya da daha doğrusu tek kaldığımız bir rüyanın içine ittirile kaktırıla atıldık; defalarca gösterilmesine rağmen hiçbir şekilde perdedeki varlığını sorgulamadık. Gerçekte kötü olan bizsek bile bu hiçbir zaman bilinçli bir kötülük olmadı. Orada bir yerlerde olan her bir şeyin aslında olup bittiği yer ruhumuz ve fakat sadece diğer her bir ruh ile değil; ağaçla ve kuşla, çimenle, denizle, nehirle, ovalarla, dağlarla olan bağımızın da farkında değiliz. Dolayısıyla dünyanın kurtuluşu için tek çözüm ruhun kurtulmasıdır. Öylesine yakamıza yapışan bu kısır döngüden ve Sultan Süleyman’ı bile zaman içinde bıktıran yinelemelerden ancak ve ancak sezgilerimiz yolu ile kurtulabileceğiz. Herkesin aynı zamanda hem suçlu hem de kurban olduğu böylesi yoz toplumların sığınabileceği tek liman ise kendi kendilerini bilebilme olgusudur; gerçekte hiçbir zaman bilinemeyecek şeylere inanıyor olmak bilme eylemini sonsuza kadar denklem dışına iter ve bilgi üzeri yosun kaplanmış kutsal bir sandığın içinde duyularımızdan mümkün mertebe uzak bir yerde saklanır. Fakat uzaklığın zamansız mekansızlıkta hiçbir ehemmiyeti yoktur tıpkı bilinçaltımızın aslında ne altta ne de üstte tam da merkezde olması gibi. Karanlık doğamız dünyanın ve de evrenin karanlık yüzüdür ve kendini bilme eylemi esasen kainati bilme eylemidir; bundan kaçış yoktur ne de kestirme bir yol vardır. Tek yol karanlığın içinden geçmektir.
0 yorum: