“Venüs her sekiz yılda bir dünyanın çevresinde bir pentagram çizer. Ay daireyi dörtgenleştirir. Göklerdeki her şey başka bir şeyin çevre...

Gezegenler, Çakralar, Notalar ve Ruh


“Venüs her sekiz yılda bir dünyanın çevresinde bir pentagram çizer. Ay daireyi dörtgenleştirir. Göklerdeki her şey başka bir şeyin çevresinde döner ve kürelerin müziği ile dans eder.”
John Martineau, A Little Book of Coincidence

"Her kadın ve her erkek birer yıldızdır. Enerji yayar, gider, bu bir bakış açısıdır.
Amacı diğer yıldızlarla ilişki kurarak bütün olabilmektir. 
Her ilişki bir olaydır;
irade gücünün ortaya koyduğu sevgidir."
Aleister Crowley

Göklere ulaşmak insanlığın nihai arzusudur. Jüpiter’in üzerindeki devasa kırmızı lekeden gözlerimizi alamıyoruz; korku ile karışık derin bir arzu ile belki de o fırtınanın tam da içinde olmayı hayal ediyoruz. Satürn’ün yedi muhteşem halkasının birinin üzerinde oturup seyre dalmak istiyoruz sonsuz uzayı. Ay ve Güneş besleyen, bakan ve büyüten bir anne ve baba gibi kollarını açmış bizi bekliyor. Ve biz göklere ulaşmak isteyen kollarımıza, toprağın içindeki kendi ayaklarımızla engel oluyoruz.



Yeryüzünde ise Güneş’in temsilcisi altın gözlerimizi alıyor; onu elimizde tutmak ve sahip olmak istiyoruz; tıpkı güneş ışınları gibi saf ve sarı; bütün maddi zenginliklerin kapısını açan en değerli maden. Boynumuza, kollarımıza, parmaklarımıza takıyoruz onu ve kalabalıkların arasında gururla yürüyoruz. Kral ve kraliçe başlarının üzerinde bir taç olarak taşıyor onu ki onların halktan üstün olduklarının alametifarikasıdır bu. Tıpkı gökleri ele geçirme arzumuz gibi altın için de karşı koyulamaz bir istek duyuyoruz.


Oysaki tüm bunlar mecazi bir kapının mecazi bir anahtarı olarak işlev görecektir. Dışarıya duyduğumuz özlem ve arzu ile yanıp tutuşan yüreğimize ne dışsal güneş ne ay ne diğer gök cisimleri ne de altın su serpecektir. İçsel güneşimiz ve onun madeni olan altındır bizim ulaşmak istediğimiz. Diğer her şey bir sahne, bir temsildir. Kral ve kraliçe dahi taktıkları altın taçla başlarındaki güneş çakrasına ulaşmanın temsili bir simgesini taşırlar. 


Peki, gerçekten de hayatımız sadece bir metafordan- perdenin diğer tarafını, öte diyarların gerçekliğini mecazi bir şekilde yansıtan bir labirent ya da gerçeğin büyülü bir yuvarlak içinde saklanmış hali- ibaret olabilir mi?  Duyuların ötesindeki gerçeği algılayabilmek için beden formundan başka bir formun gerekli olduğu yadsınamaz bir gerçektir fakat böyle bir durumda bizim bu mecazi labirenti çözebilmemizin bir yolu yok gibi görünmektedir.

Neredeyse tüm ruhsal öğretilerde geçen ‘aşağısı neyse, yukarısı da öyledir’ deyişi her ne kadar oldukça basitçe algılanabilecek bir söz öbeği gibi dursa da derinlemesine düşünmeden anlam çıkarmak mümkün değildir. Ben burada cesur bir adım atacağım ve haddimi aşarak aslında aşağısı ve yukarısından kast edilmek istenen şeyin, benim de bir zamanlar öyle olduğunu sandığım gibi, “gökler” ve “yerler” olmadığını,  aslında içimizden ve dışımızdan bahsedildiğini varsayarak mecazi anlatımlara kendi bakış açıma göre açıklık getirmeye çalışacağım.

Ruhsal öğretilerde yedi rakamının önemi çok büyüktür. Öylesine bir gizem addedilmiştir ki artık içinden çıkılamaz bir sırlar ve mitler yığınında neredeyse kaybolmuştur. Oysaki basit düşünmek, çoğu konuda olduğu gibi burada da elzemdir. Yedi, öncelikle karşımıza göklerin bedenlerimizdeki izdüşümü olarak karşımıza çıkacaktır. Bizleri yedi gezegen yönetmektedir ve bunlar Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’dür. Bedenimizde de yedi adet çakra bulunmaktadır. Çakralar bedenimizdeki enerji merkezleridir. Bu çakralar plexus adı verilen sinir ağlarının merkezinde yerleşik durumdadırlar ve görevleri, bizleri ruhsal, bedensel ve zihinsel olarak dengede tutmaktır. 

Çakralar ve gezegenlerin astrolojide birbiriyle çok önemli ilişkileri vardır. Her bir çakrayı yedi gezegenden biri yönetir ve dolayısıyla her biri onu yöneten gezegenin özelliğini gösterir. Doğum haritamızda, tam doğduğumuz andaki gezegenlerin birbirine olan açısına bakılarak karakterimize gezegenlerce nasıl yön verildiği ortaya çıkmaktadır.



Fakat tam da burada aslında bunun böyle olmayabileceğine dair bazı işaretler var. Gezegenlerin birbirlerine konumlarına göre karakterimizin belirlenmesinden ziyade bizim karakterimizin izdüşümünü göklerde görüyor olmamız da mümkündür. Tüm evren insanın içini dışarıya yansıttığı kocaman bir ayna görevi görüyor olabilir. İnsanın kendi içinde verdiği bu büyük savaşı dünyanın her noktasında görmemek için kör olmak gerekir. Dünyanın insanla değil, insanın dünya ile çok büyük bir derdinin olduğu da açıktır.

Yedi çakra ve yedi gezegenden bahsetmişken, yedi müzikal notadan da bahsetmemek olmaz elbet. İlk defa Pisagor tarafından ortaya atıldığı varsayılan fakat benim kendi fikrimce Pisagor’un inisiye iken mısır öğretilerinden alıntıladığını düşündüğüm Kürelerin Müziği teorisine göre göksel cisimlerinin hareketlerinin birbirine oranı bir tür müzik yaratmaktadır. Bu müzik duyulamaz fakat matematiksel bir kavram olarak anlaşılabilir.

Keppler daha sonra bu kavram üzerinden giderek şöyle demiştir: “Göksel hareketler birçok ses için süregelen bir şarkıdan ötesi değildir ki bunlar kulakla değil zihinle algılanabilir. Öyle bir müzik ki zamanın ölçülemez akışına işaretler koyar.”

Antik zamanlarda yedi nota yedi tane göksel cisme addedilmiştir, Ay La, Merkür Sol, Venüs Fa, Güneş Mi, Mars Re, Jüpiter “Orta Do” ve Satürn Si. Aynı zamanda beş tane de diyez nota mevcuttur. Toplam 12 tane ses zodyaktaki 12 adet burçla eşleşir ve ikisi arasında bir ilişki olduğu da ortadadır.


Her bir çakra yedi gezegenden biri tarafından yönetiliyor olduğuna göre bu yedi gezegene atanmış notaları çakralara da atamak mümkündür. İşte bu noktada sesle iyileşmenin ve bedensel dengenin tekrar yerini bulmasında yardımcı olabilmesi için müziğe başvurmak kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

Fakat bu tür bilgileri pazaryerinde kullananlara kulak asmamak gereklidir. Asil ve kutlu öğretilerin hiçbirinin, zamanımıza kadar aynı saf halleri ile kalmaları mümkün değildir. Birçok şarlatan yarım yamalak aldıkları bu bilgileri henüz daha içselleştiremeden başkalarının iyiliği için kullanıyor olduklarını söylerler. Özellikle böylesi bir iyiliğin belirli bir maddi karşılığını istiyor olmaları ise tam tersini düşündürtmektedir. Eğer ki bir insan hakikaten de insanı evrende ve evreni insanda görüyor olduğunu söyleyip de hala üzerindeki topraksı arzuları silkeleyemiyorsa onun bir yalancı olduğu aşikardır.

Çevremiz bizim bir tezahürümüzdür ve biz neysek çevremizdeki insanlar odur, biz neysek yıldızlar odur, biz neysek koca koca okyanuslar, fırtınalar, depremler, yangınlar ve seller odur. İçinde koca bir evreni taşıyıp da bunun farkında olmayan balçıktan giysisi ile dokunduğunu çamur eden bir insanlık nafile bir çaba ile Ay’a, Mars’a, Venüs’e, Uranüs’e, Satürn’e, Neptün’e, Jüpiter’e ulaşmaya çalışır. Bu öylesine üzücü bir çabadır ki içsel evreninde mahpus kalmış insanlığın göklerdeki hazin sonu ile neticelenir. Gök cisimleri, insanoğlu içindeki göklere değemediği sürece ulaşılamaz kalacaklardır. Aslında içsel güneşe ulaşma isteği, göklerdeki yıldızlara ulaşma isteğinin kaba bir tezahüründen başka bir şey değildir.

İşin garip tarafı şudur ki evren tamamen insanın metaforik bir anlatımı iken elbette inisiye olmuş ustaların söylemeye çalıştıkları şeyler de metaforlardan ibaret olacaktır.



“Ay doğmuyorsa yüzüne, 
Güneş doğmuyorsa pencerene 
Kabahati ne ayda ne güneşte ara
Gözündeki perdeyi arala.” Mevlana

Mevlana’nın diğer birçok şiirinde kullandığı gibi bu şiirinde de mecaz kullandığı çok açıktır. Pencereden giren güneş ve yüze doğan ay aslında içsel güneş ve aydır. Onlara ulaşmak için ise içsel bir yolculuk gerekir. Dışarıyı gören gözün aynı şekilde içeriyi de görmesi gerekir ve perde ancak öyle aralanır ve Güneş ve de Aya doğru yola koyulunabilir.

Çoğu zaman metafor gerçeğin ta kendisi iken, gerçek sandığımız, bizim tezahürümüz olan doğayı ve evreni dolayısıyla da kendimizi anlayabilmemiz, kendimize ulaşabilmemiz için sunulmuş bir metafordur aslında. Evrenin bir illüzyon olduğu ve koca bir yalandan ibaret olduğu fikrini de bir kenara atmalıyız elbette. Koca bir evrenin insanın kendini bilebilmesi için yaratılmış olduğu fikri her ne kadar kulağa çocukça ve saçma da gelse bütün olasılıkları değerlendirdiğinizde Arthur Conan Doyle’un da dediği gibi; “mümkün olmayanı çıkardığınızda, geride kalan her ne kadar olası görülmese de, gerçektir.”

Tüm hayatınızı size perdelenmiş gerçeği anlatmak için kurulan bir sahne olarak düşündüğünüzde karşınıza çıkan tüm olaylar ve insanların önemi de artacaktır. Evrenin ayna olduğu fikrinden yola çıkarak kendinizi yansıttığınız insanlar size kendinizi tanıtacaktır ve başkalarında yargıladığınız, beğenmediğiniz, kötülediğiniz şeyler kendinizde sevmediğiniz ve değiştirmek zorunda olduğunuz özellikleriniz olarak karşınıza çıkacaktır. Nereye giderseniz gidin kendinizden kaçsanız dahi yansımanızdan kaçamayacaksınız. İnsanın kendi ile ve şeytanları ile baş başa kalması tam bir facia gibi görünürken günümüzde ve kendine maruz kalmamak için insanın icat edemeyeceği eğlence yokken ve aslında yapılması gerekenin benliği çözebilmek olduğu ortadayken, bununla biran evvel yüzleşmek belki de en zor fakat en doğru yoldur. Benliğe mecazi benliğimiz ve mecazi hayatımızla ulaşacağız; başka yolu yoktur.


0 yorum:

İLETİŞİM