Yeteri kadar acı çeken bir bireye
dünyanın muhteşem bir yer olduğuna inandıramazsınız ne de başına henüz daha
kötü bir şey gelmemiş olan bir bireye dünyanın aslında acı dolu, vasat, korkunç
bir yer olduğuna inandırabilirsiniz. Dünya deneyimlerinizden kaynaklanan bakış
açınıza göre harikulade ya da ürkütücü bir yere dönüşebilir fakat dünya
dünyadır; bakış açısı ise her şeydir. Tenha bir yerde bir manzara izlerken
aklıma her daim ‘Tanrının bu izole yerde tek gözü benim’ fikri gelir. Tanrı’nın
gözleri olup görmek, kulağı olup duymak, parmakları olup hissetmek, burnu olup
koklamak kulağa her ne kadar acayip gelse de öylece izlerken ve gün batımını ve
bulutlara yansıyan renk cümbüşünü görünce ruhumun en derinlerinde bunun böyle
olmasını umuyorum. Her ne kadar insan aklı olabilecek en manasız şeyden dahi
mana çıkaracak şekilde tasarımlanmış olsa da umut tek kurtuluş gibi görünüyor
gözüme. Fakat şu soru takılıyor kafama; Tanrının gözleri olabilmek aynı zamanda zihninin bir parçası olmayı getirmez mi doğal olarak? Bizim bilincimizin oluyor olması Tanrıyı da bilinçli kılar mı?
Bilinç tam olarak burada karşımızda büyük bir sorun olarak durur: Tam olarak nedir? Yapay zekâ ile çalışan bilim adamları bilincin yapay zeka yeterince karmaşık bir yapıya dönüşünce otomatik olarak ortaya çıkacağı savını savunmaktadırlar fakat henüz o noktaya gelebilen bir yapay zeka olmaması bu sava şüphe ile yaklaşılmasını gerektirir. Yapay zekâ birtakım büyük soruların üstesinden kolaylıkla geliyor gibi görünmekte ki satranç ve matematiksel problemler bunlara sadece birer örnek gene de kahvenin kokusunu almak gibi çok basit bir duyumsamayı dahi henüz yapamıyor olması kafaları oldukça karıştırmakta. Burada Prof. Dr. Donald Hoffman ‘bilinç ajanı’ terimini ortaya koyuyor ve uzay zamanın evrenin varlığının temelini oluşturduğu fikrinden birçok bilim adamının uzaklaştığını söylüyor; bunun yerine her şeyin temeline ‘bilinci’ yerleştiriyor ve bizi ‘bilinç ajanları’ olarak nitelendiriyor. Prof. Dr. Donald Hoffman Big Bang’ten önce bilincin olduğunu söylemekte; big bang ile beraber bilincin milyonlarca kez bölünmesi milyonlarca egonun kendi kendini ve başkalarını tavaf ederek evrende dolanması anlamına da gelmez mi aynı zamanda? Tek bir bilinçten her tarafa sıçrayan minik ego küreleri; her birimiz. Fakat sonra şu da mümkün olabilirdi elbet; birden fazla ego bir araya gelerek, büyüyebilir ve bu sayede diğer teklere karşı belirli bir üstünlük kazanmış da olabilirler; bunun bizi nereye götüreceği malum, örnekleri çoğaltmak da mümkün. Çevremize baktığımızda kendi çevresinde dönen bir çok ego görüyor olsak da bu sadece bir yorum olarak kalacaktır elbette, keza birçok nörolog bilincin evrimin bir neticesi olarak karmaşık canlı varlıkların gelişmesiyle, nöronlar arasındaki iletişimin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan evrimsel bir araç olduğunu söylemekte. Peki, kim haklı? Hoffman örüntülerin ardındaki gerçeği hiçbir zaman göremeyeceğimizi, sınırlı vücudumuzda sınırlı algılarımız olacağını ve aksi takdirde olmasının evrime tamamen ters bir durum yaratacağını söylemekte.
Gerçeği hiçbir zaman net olarak göremediğimizi artık biliyoruz –ya da en azından kişisel tecrübemle ben neredeyse eminim-; ancak ve ancak gerçeğin tamamen yanlı bir versiyonunu görebilmekteyiz ki her daim hayatta kalmamızı kolaylaştıran tarafından bakıyor olmamız onu yanlı kılmakta. Aksi takdirde hayatta kalabilmemizin mümkün olmadığını söylüyor Hoffman; gerçeğin tümünü görmemizin bizi araçsız kılacağını fakat tıpkı bir bilgisayar masaüstü gibi ikonları kullandığımızda iş yapabileceğimizi donanımla ve piksellerle uğraşmamızın bizi hayatta tutmayacağını belirtmekte ki bu oldukça mantıklı geliyor kulağıma.
Hepimiz bilinç ajanları olarak varlık denen bu örüntülerin bindir ucundan tutarak onu gerçek kılıyoruz gibi görünmekte ve hiçbir şeyin çok yüksek ihtimalle ne bizim gördüğümüz, ne gördüğümüz ne de duyduğumuzla alakası var. Gene de bu acımtırak realitemsi şovun neşeden çok acı verdiği zamanlarda onu gereksiz ve üzücü bir şey olarak tecrübe ediyoruz fakat aksine bazen de bulutlardan süzülen birkaç küçük ışık demeti bizi birden harikulade bir âleme götürebiliyor. Neşe ve haz bizi bu tam olarak ne yeri ne de zamanı belli olmayan mekânsız zamansızlığa zincirlerken, acı ve mutsuzluk zincirin doğasını sorgulamamıza neden oluyor.
Tam olarak bu işin neresindeyiz? Her biri birbirinden bağımsız bilinç kürecikleri miyiz yoksa şu devasa ve tek bilincin gözleri, kulakları, parmakları ve burnu muyuz? Eğer öyleyse Tanrı gerçekten var ve biz ondan ayri gayri bir birey değiliz; ancak ve ancak kara kutumuzda bir başımıza olduğumuzu sanırken ayrıyız ve bu yalnızlık hissi en büyük acıyı çekmemize sebep oluyor. Bu noktadan bakıldığında inananlar grubu bir noktada gerçeği yakalamış gibi görünse de o bile dogmalar karşısında değersizleşiyor ve örüntülerin yoğunluğu artıyor. Her ne olursa olsun herkes bir şeylere inanıyor elbet ve bu inançlar, devasa bir perdenin saçaklarından asılan ve her biri kendi saçağının tek ve biricik olduğuna inanan bir-eyler olarak bizim, yalan yanlış örüntüleri gerçek kabul etmemize neden oluyor. Belki de tek gerçek, mutlak gerçeğe ulaşmamızın en azından bu bedenlerde mümkün olmadığıdır keza aksi halde maalesef mutlak gerçek bizi araçsız ve dolayısıyla savunmasız bırakacaktır. Bilgisayarınızı, aslında içinde ne olduğunu merak ettiğiniz için, parçalara ayırdığınızda bilgisayarsız kalırsınız; gene de gerçeğe bir adım daha yaklaşamazsınız.
Tanrı da ulaşılamaz ne de elle tutulabilir. Onu elle tutulabilir bir varlığa dönüştürmek her ne kadar bu realite için uygun görülse de eksiktir ve en çok da cevapları bulduğumuzu sandığımız için yarım yamalaktır. Tanrı bir bütünse ve biz de onun parçaları isek yargılama olmamalıdır, cennet ve cehennem de keza, ne iyi ne de kötü olmalıdır; büyük-küçük az-çok gibi birbirinin zıddı kavramlar yin yang sembolü gibi bir çemberi tamamlayan kavramlara dönüşmelidir. Bir bütünü tamamlayan hiçbir parça gereksiz değildir ne de kötü. Bu bakış açısı bizi doğal olarak Budizm gibi bir takım dinlerin kucağına atacaktır fakat hiçbir zaman unutulmamalıdır ki var olduğumuz ya da daha doğru tabirle var olduğumuza inandığımız bu evrende ne bir kavram ne de kurum tamdır. Hepsi eksiktir; tam ve bütün olma bu dünya için geçerli bir kavram olamaz; dolayısıyla ancak ve ancak onların eksikliğini bilerek yola çıkmak en doğrusu olacaktır.
Peki, bilinçli varlıklar olarak, Tanrının gözleri olarak, bu dünyayı nasıl görmeliyiz? Nasıl yaşamalıyız? Bu soruların tek bir doğru cevabının olmaması şaşırtmayacaktır elbet kimseyi. Yaşamak ve tecrübe etmek hayatımız sonlanana kadar kaçamayacağımız, bir nevi mahkûm olduğumuz tek doğrudur; bu hem başka çaremiz olmadığından böyledir hem de her bireyin duyu organları olarak ve farklı çevresel etkenlere maruz kalmaları açısından tek ve eşsiz olması nedeniyle elzemdir. Tanrı için elzemdir. Bu tam olarak ne bir ceza ne de ödüldür; gene de insan olmak kolay değildir ne de bu olayı böylece kabul edebilmek. Ben kendimi bir bütünün parçası olarak göremiyorum; onu geçtim herhangi bir sosyal grubun dahi parçası olarak göremiyorum ve birçok şey bana çok yoğun acı veriyor; hatta yaşamaktan ölesiye –bu bir ironi olsa gerek- korkuyorum. Böyle baktığımda çekinerek yaşamak da Tanrının bir tecrübesi olsa gerek diye düşünmeden edemiyorum; gene de kahve kokusu delirtiyor beni, sonra bir de sandal ağacı var, vanilya ve çikolata. Sevdiğimin kollarında olmak her mutluluğun ötesinde ve gün batımındaki kızıllığa hayranım sonra bir de yunus balıkları var ve bir de yunus balığı gibi gülen köpekler ve minnoş kediler. Bu kadar korkuya bu kadar yaşama sevinci az bile; eğer bir terazi varsa gerçekten ölçülmesi gereken bunlar olmalı; bir tarafa hayatın sana verdiği neşe ve senin bundan aldığın haz, diğer tarafa kederlerin ve hüznün konulmalı ve her şeye rağmen korkmadan yaşayabilen kazanmalı, çekinerek korkudan tir tir titreyen değil. Şimdilik kazanamayacağım bu ortada fakat gene de denemeye değerdi-miydi-?
0 yorum: