Alis Harikalar Diyarı bir bilmece gibi; bize bambaşka bir diyarın var olabileceğini ve gerçekliğin kaygan bir şey olduğunu, herhangi bir...

Alis Harikalar Diyarından Hiç Çıkmamalıydı



Alis Harikalar Diyarı bir bilmece gibi; bize bambaşka bir diyarın var olabileceğini ve gerçekliğin kaygan bir şey olduğunu, herhangi bir aksilikte –tavşan deliğine düşmek gibi- elimizden kayabileceğini gösteren ilk kitaplardan belki de. Ve bu yüzden de kitabın yazarı ile ilgili dünya kadar komplo teorisi düzenlenmiş; ne de olsa insan mantığına ve nedenselliğe bu derece sarkastik bakan ender insanlardan Charles Lutwidge Dodgson namı değer Lewis Carroll.
Bu kadar sivri dilli ve sarkastik bir kitap elbette anlamı ve anlamsızlığı sorgulatacak ve de anlam çıkarmada üstün yeteneklerini konuşturan komplo teorisyenlerinin ağzı boş durmayacaktır. Kim ne derse desin bir çocuk kitabından çok daha fazlası olduğu kesindir. Gözümdeki önemini, şeylerin olduğu gibi görünmediklerini ve göründükleri gibi olmadıklarını, gerçekliğin yanıltıcı bir perde olduğunu anlatması ve kavratması ile kazanmakta.

Gerçeklik! Kimim ben sorusundan önce sorgulanması gereken tek şeydir kanımca. Eğer gerçeklik mutlak değilse, ne sen, ne ben, ne onlar, hiçbirimiz, hiç birileri aslında kimse değildir; kimlik yoktur; sadece kaygan, biçimsiz, amorf ve değişken kişilikler, denizin üzerindeki yakamozlar gibi yanıp sönen fakat yakalanamaz, ele avuca sığmaz, bir anda var, bir anda yok olan minicik pırıltılar. Gerçeklik mutlak değilse, ne ağaç ağaç, ne sandalye sandalye, ne ay ay, ne Neptün Neptün’dür. Gerçeklik mutlak değilse elimizde bize ait fazla bir şey kalmaz; hayır doğru değil, bize ait hiçbir şeycik kalamaz. Şeylerin ve de varlıkların hükümranlığı aslen sadece ve sadece gerçeklik mutlaksa mümkündür. O vakit kendi kendimizi nasıl olup da hükümdar kıldık?

Alis’in düştüğü yerde bunu çok iyi öğrenmiş olması gerekir belki de tek amacı bize de öğretmekti. Fakat metaforlar çoğu zaman can sıkıcıdır ve nereye çeksen gelirler. Alis o kadar çok boyut değiştirmiştir ki çoğu zaman kendisinin aslında kim olduğunu bilmez.


Alice yelpazeyle eldivenleri yerden aldı, salon çok sıcak olduğu için, bir yandan konuşurken bir yandan da yelpazelenmeye başladı. ''Aman Tanrım! Bugün her şey de amma acayip ha! Oysa daha dün her zamanki gibiydi. Acaba dün gece değiştim mi ben? Dur bakayım düşüneyim: bu sabah kalktığım zaman gene önceden olduğum gibi miydim acaba? Biraz değişiklik duyumsamıştım kendimde gibi geliyor. Ama eğer ben ben değilsem yeni bir sorun çıkıyor: acaba kimim? İşte asıl bilinmez bilmece bu!'' 

Alis tavşan deliğinden içeri düştükten sonra gerçekliği tamamen değişiyor ve elbette böylesi bir gerçeklikte kendisinin aynı kalması mümkün değil. Kim olduğunu kavramaya çalışıyor fakat pek de mümkün gibi görünmemekte. Alis belki de bir düşün tam içine düşmüştür ne de olsa tüm bunlardan önce çok uykusu vardı; düş ya da değil çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğu kesin. Ne kendisinden emin ne de çevresindeki şeylerden. Nargilesini keyifli keyifli tüttüren tırtıl efendi de bu konuda pek de yardımcı olacağa benzemiyor.

Tırtıl ile Alice bir süre hiç ses çıkarmadan bakıştılar. Sonunda Tırtıl ağzından marpucu çıkardı; uykulu baygın bir sesle Alice'e "Sen kimsin?" diye sordu. İnsana konuşmak için cesaret verecek bir söz değildi bu. Alice oldukça çekinerek yanıtladı. "Vallahi efendim, şu sırada pek bilemiyorum. Bu sabah yataktan kalktığım zaman kim olduğumu biliyordum, ama o zamandan beri birkaç kez değiştim galiba." Tırtıl sert sert "Ne demek istiyorsun kuzum? Derdini doğru dürüst anlatsana!" dedi. Alice "Korkarım ki anlatamayacağım efendim" dedi "çünkü, görüyorsunuz ya, kendi kendim değilim". Tırtıl "Gördüğüm yok" dedi. Alice terbiyeli terbiyeli "Korkarım ki daha açık bir biçimde anlatamayacağım" dedi "çünkü zaten ben kendim de anlayamıyorum. Bir gün içinde bu kadar çok boy değiştirmek insanın kafasını altüst ediyor." Tırtıl "Neden etsin?" dedi. Alice "Şimdi öyle dersiniz belki ama, bir gün gelip krizalitken kelebeğe dönüşünce -aklınızda olsun dönüşeceksiniz- bu değişmeleri biraz yadırgayacaksınız, değil mi?" Tırtıl "Hiç bile değil işte" dedi. Alice "E, olur a" dedi "sizin düşünceleriniz daha başkadır belki, ama ben kendi hesabıma, böyle değişip durmayı pek acayip buluyorum doğrusu." Tırtıl, kurula kurula "Sen mi buluyorsun?" diye sordu. "Sen... kimsin ki?" Böylece gene konuşmalarının başlangıcına dönmüş oldular. Alice, Tırtıl'ın yanıtlarını hep böyle kısa kesmesine kızdı, ayaklarının ucuna yükselerek, ciddi ciddi "Önce siz bana kendinizi tanıtmalısınız" dedi. Tırtıl "O da neden?" diye sordu. İşte acayip bir soru daha. Alice de akla yatar bir neden bulamıyordu. Tırtıl'ın da pek keyfi kaçmış gözüküyordu, onun için dönüp uzaklaşmaya davrandı.

Kendisini fazlasıyla sarkastik bulduğum tırtıl efendi aynı zamanda bilge biri gibi geliyor gözüme. Karşısında Alis olmuş, sandalye olmuş, avakado ya da mango olmuş çok da fark etmezmiş gibi. Bu bana eski bir Hintli guruyu hatırlatıyor; “Sivrisinekten bir farkınız yok aslında ya da bir hamam böceğinden. Siz diye bir şey yok. Siz herhangi bir şey de olabilirdiniz”. Tırtılın cevabı, karşısında kim olursa olsun değişmeyecekti pek tabi. Bilinç ağında birbiri ile iletişime giren her hangi bir şeyler; ne tarafa dönseniz binlerce ayna varmışçasına birbirlerini yansıtmaktalar birbirleri içlerinde. Tırtıl bunun farkında gibi ya da belki de sadece Alis’in kafasını karıştırmak için oradadır. Her ne olursa olsun bu pek bilge ve bir o kadar da umarsız tırtıl olmasaydı Alis boyunu kontrol altında tutamayacaktı. Mantar bunu sağlayacak gibi duruyor; bir türlü sabit kalamadığı bu acayip dünyada elindeki tek araç da bu zaten. Sabit kalamayan tek varlık da o değil gibi durmakta. Düşesin bakması için eline tutuşturduğu bebek birden domuza dönüşüveriyor elinde. Alis elinden atıyor domuzcuğu ve ardına bakmadan kaçıyor o da. Tıpkı bir rüya gibi; rüyalarda yüzler, eller kollar sürekli değişir; bununla kalmaz zaman ve mekan da değişkendir ve kimin kim, neyin ne olduğu belirsizdir. Fakat buna pek de şaşamazsın; olduğu gibi kabul edersin. Uyanıkken nasıl olduğu gibi kabul ediyorsan, uyurken de öyle yaparsın. Fakat çok garip gittikçe garipleşmekte uzun uzun düşününce, tüm bunların sonunda ne tarafa gitmen gerekir? Gitmen gereken bir yön var mıdır ki ilk başta? Tüm yönler birbirinin aynı olabilir mi? Misal ne tarafa gidersen git bir adım dahi ileri gidemediğin doğru mudur acaba? Belki de hep bir şeylerin çevresinde dönüyorsundur; çıktığın nokta bıraktığın gibi kalmayacaksa, vardığın nokta varmayı beklediğin nokta mı olacaktır? İşte tam da burada insan bedeninden salgılanan muhteşem kimyasal dopamin bu işi başarır gibi görünmekte; bir şeyi beklemek her daim o şeyin sonucundan daha fazla zevk verir insana. Bu da sürekli bir taraflara gitmemizi sağlayan itici gücümüz olsa gerek. Uzaktan baktığımızda altın gibi parlar; yanına vardığımızda gümüş ya da bakır bulsak ne yazar? Hepimiz, uzaktan görülen o şey için, yürür de yürür, yürür de yürür, yürür de yürürüz. Alis o muhteşem bahçeyi arıyor Harikalar Diyarında; bir şey aramayan tek insan var mıdır acaba? Cheshire kedisi de belki tam olarak bize bunu anlatmakta anlamsız cevapları ile:

Epeyce çekinerek "Cheshirelı Pisi" dedi. Çünkü kedinin bu addan hoşlanıp hoşlanmayacağını bilmiyordu. Ama kedi daha fazla sırıttı. Alice "Neyse, hoşuna gitti galiba" diye düşünerek sözünü sürdürdü "Lütfen bana ne yana gideceğimi söyler misiniz?" Kedi "Gitmek istediğin yere göre" dedi. Alice "Canım, neresi olursa olsun..." diye yanıtladı. Kedi "Öyleyse ne yana gitsen olur" dedi. Alice istediğini biraz daha anlatmak için "Bir yere gideyim de" diye ekledi. Kedi "Doğal olarak" dedi "yürüye yürüye sonunda bir yere varırsın, elbet."

Böylesine kaygan ve ne idüğü belirsiz bir gerçeklikte Alis’in  kendisinin aslında ne olduğunu anlamaya çalışıyor; neye dönüşeceğini? Boynunun tıpkı bir yılan gibi uzamasıyla bir güvercinin onu bir yılana benzetmesi ve yumurta yiyen herkesi aynı kategoriye atması da pek nadir görülen bir olgu olmasa gerek. ‘Yumurta yiyorsan sen bir yılansın ve düşmansın’. Haklı hem de pek haklı. İnsanlar bunu sürekli yapmakta; hayatta kalabilmek adına şeyleri sınıflandırarak mümkün olduğu kadar az kutuda saklarlar ve çoğu kutunun üzerinde tehlike işareti vardır; böylece tıpkı bir güvercin gibi genlerini koruyabileceklerdir tüm yumurta yiyicilere karşı. Güvercinde acayip bulduğumuz bu huy, bize gelince mi normal gözükmekte? Hayır, pek tabi ki. Acayip her şey, pek acayip hem de. Fakat başta gerçeğe gerçek dediğimizde ayağımızın altındaki halı kaymak nedir bilmiyor. Gerçeğin dokusuna dayanıyor ve tüm gücünü oradan alıyor. Eh biz de kendi kendimizin gözüne normal geliyoruz tıpkı bir ağacı yeşil görmenin normal gelmesi gibi.

Daha da enteresan konuşmalarından birini ise deli işi bir çay partisinde Şapkacı ile yapıyor:

Şapkacı ''Sizin de zaman hakkında benim kadar bilginiz olsaydı, öyle onu harcamaktan filan söz etmezdiniz” dedi. Alice ''Ne demek istiyorsunuz, anlamadım'' dedi. Şapkacı, alay edercesine başını şöyle bir kaldırarak, ''Doğal olarak anlamazsınız'' dedi. ''Hatta belki ömründe bir kez olsun zamanla konuşmamışsındır.'' Alice sakınganlıkla yanıtladı. ''Bilmem, belki de. Ama piyano çalışırken onu tutmaya bakarım.'' Şapkacı ''Ya! İşte şimdi anlaşıldı'' dedi. ''Tutulmaya hiç gelemez o! Oysa onunla iyi geçindin mi, saati hep senin keyfine göre işletir. Söz gelişi sabahleyin saat dokuzda, tam derslere başlama vakti, ona şöyle bir fısıldadın mı, gözünü açıp kapayana kadar fırt diye döner, bir de bakarsın saat 13.30 olmuş, tam yemek vakti!'' (Mart Tavşanı kendi kendine alçak sesle ''Keşke olsa!'' dedi.) Alice düşünceli düşünceli ''Sahi, ne güzel bir şey olurdu'' dedi. ''İyi ama.. O zaman da acıkacak vakit bulamazdın.'' Şapkacı ''Evet, önceleri öyle ama'' dedi. ''Yelkovanla akrebi istediğin kadar 13.30'da tutabilirdin.'' Alice ''Siz öyle mi yapıyorsunuz? diye sordu. Şapkacı tasalı tasalı başını salladı ''Nerde!'' dedi. ''Geçen mart kavga ettik, bu daha delirmeden önce.'' (Çay kaşığıyla Mart Tavşanı'nı gösterdi.) ''Kupa Kraliçesi'nin verdiği büyük konserdeydik, ben şu şarkıyı söyleyecektim:
Pırıl pırıl yarasa! Ne iştesin acaba? Belki de şarkıyı biliyorsundur!'' Alice ''Galiba buna benzer bir şey işittimdi'' dedi. Şapkacı: ''Sonrası şöyle gider hani: Gökyüzünde uçarsın. Tepsilere konarsın. Pırıl pırıl...'' Şarkının burasında Tarla Faresi şöyle bir silkindi ve uykusunun arasında söylenmeye başladı. ''Pırıl pırıl, pırıl pırıl.'' Bunu öyle uzattı ki sonunda sussun diye bastılar çimdiği. Şapkacı ''Daha ilk bölümünü yeni bitirmiştim ki, Kraliçe yerinden fırladı ve 'Zamanı haklıyor! Kesin şunun kafasını!' diye haykırdı.'' Alice ''Aman ne vahşilik!'' diye haykırdı.

Şapkacı garip bir şekilde zamanın kendisini çözebilmiş gibi duruyor; zaman tamamen bizim onu nasıl algıladığımıza göre hızlı ve de yavaş akabiliyor; sonra zamanın asla tutulmaya gelmez bir şey olduğunu da söylüyor; anlaşılan tek yapılması gereken onunla iyi anlaşabilmek. Ne bilinç zamandan bağımsızdır aslında, ne de zaman bilinçten bağımsızdır; sırf bu yüzden şapkacının yaptığı gibi ‘zamanı bükebilmek’ ya da onu lehimize çevirmek teoride mümkün olmalıdır. Zevk aldığımız şeylerle uğraşırken zamanın hızla akması, istediğimiz bir durumda ise bir türlü geçmek nedir bilmemesi onun sanki tam olarak bizim aleyhimize çalışmakta olduğunu göstermekte. Bilincimiz onu yanlış mı yönlendiriyor yoksa hakikaten onu tutmak istediğimizde kaçan, bırakmak istediğimizde yavaş, çok yavaş akan keza bize tamamen zıt davranan bir öğeye kendi ellerimizle mi dönüştürmekteyiz? Her iki durumda da, yavaş akarken de, hızlı akarken de bilincimizin onu yönlendirdiği çok açık. Peki, ne yapmak gerekiyor? Sessizce fısıldamak mı kulağına, yoksa iyice üstüne gidip onu korkutmak mı? Korkutmaya geleceğini hiç sanmam; çok belli ki zaman akışının değişebilmesi için bilinç akışının da değişebilmesi lazım. Kraliçenin, şapkacının zamanla oynadığını anlaması üzerine de şapkacının hiçbir gücünün kalmadığı ortada; kraliçe burada zamanla ilgilenen ikinci ve daha büyük bir bilinç gibi durmakta ki şapkacının sözü daha fazla dinlenmiyor.

Alis’in bize öğreteceği daha birçok şey varmış gibi gözükmekte; kitabın sonunda aslında Alis’in tahmin ettiğimiz üzere bir düş gördüğünü öğrenince oldukça hayal kırıklığına uğruyoruz; öyle bir dünyanın var olmasını canı gönülden isterdik aslında. Burada katı, kap katı bedenimizde ne küçülebilerek ne de büyüyebilerek; deli işi çay toplantıları olmadan, dümdüz ilerlediğini zannettiğimiz küskün zamanla hep ters düşerek ve maddeyi tamamen sabitmiş ve diğerlerini bizden çok farklıymış gibi algılayarak kutularımızın içinde, kutuları izleyerek yenik düşüyoruz esasen her şeye. Böyle kitapların çoğalmasını dilerdim, yanar döner gerçekliğe yenik düşmeyen, canlı ve elastik bir dünyaya kapı açılmasını sağlayan. En azından düşlerimizde buluşuyoruz; en azından düşlerimizle garipsiyoruz gerçeği.

0 yorum:

İLETİŞİM