Aslında böyle bir başlık olmamalı; ne de olsa
davranışlarının sorumluluğunu insana yükleyen bir bakış açısıyla, özgür
iradenin aslında yok olduğu fikri bir araya gelemez elbette. Fakat gariptir ki
ben tıpkı diğer herkes gibi tüm bilgilerin ve de kavramların farklı bir
bileşeniyim. Bu yazıda Sartre ’den bahsedebilirdim; Nietzsche’den ya da
Heidegger’den alıntılar yapabilirdim–sanki bu tür yazılardan yeteri kadar
yokmuş gibi-; dünyanın en iyi postmodern yazarı olduğunu düşündüğüm Haruki
Murakami’nin muhteşem romanlarından da bahsedebilirdim. Fakat dilemmam şudur ki
onlar ile benim aramdaki tek fark benim henüz tanınmamış olduğumdur; hepimiz
insanız; nöronlarımız arasındaki bağlantılarımızın çeşitliliği bizi bir noktada
farklı bireylere dönüştürebilir fakat o kadar. Dolayısıyla yeni bir bakış açısı
hepimizin ihtiyacı olan yegâne şeydir. Mutlak gerçeğe ölmeden ulaşmanın
imkânsızlığı ile boğulmadan, kıyısından köşesinden yansıyan bir takım
gölgelerle yolunu bulmayan çalışan insanlarız şunun şurasında.
Kendimi postmodern bir varoluşçu olarak sınıflandırmam
okuyucunun bir takım şeyleri kafasında belirginleştirmesine yardımcı olsun
diyedir. Kavramlarla, kutuların içinde düşünüyoruz; her şeyi sınıflandırarak anlamlandırabiliyoruz
ve sınıfların dışında kalan bireyleri yok saymak veyahut da acımasızca
eleştirmek bilinmezliğe, bilmemeğe karşı savaşımızdan dolayıdır ve hayır bu iyi
bir şey değildir; girmemiz gereken bir savaşı baştan kaybetmişizdir. Ben ne bir
post modernim ne de varoluşçuyum sadece bu iki kavramın kesiştiği dar bir alanı
şimdilik benimsemişim. Her şeyi aynı kutuya atmak karışıklıktan öte bir şey
yaratmaz ve bazen hiçbir şey sınıflandırmaya gelmez.
Gerçekliğin eğilip büküldüğüne dair pek de acayip olmayan
inancımdan dolayı postmodernim; garip ve gizemli bir takım olaylar neticesinde insan
hayatının gerçekte pek bir amacı olmadığı kanısına vardığımda ve de hiçliği tek
kurtuluşum olarak gördüğümde varoluşçuyum; patternlere, tekrar eden döngülere
baktığımda ben bir deistim; doldurulamaz boşluklar ve hiçbir yöne varamayan boş
çabalamaları gördüğümde ben bir ateistim ve fakat benim düşüncelerimi tüm bu
kavramlar dışına atan bir inancım var ki o da özgür iradeye inanmayışımdır.
Eğer bir varoluşçu iseniz yaptıklarınızın sorumluluğunu kendi omuzlarınıza
almanız sizin özgür iradeye inanmanızı gerektirir ve siz bir deist iseniz
yaptıklarınızın cezasını bir şekilde çekeceğinize olan inancınız sebebiyle gene
özgür iradeye inanmak zorundasınızdır; eğer özgür irade yoksa Tanrı bizi nasıl
olur da cezalandırabilir ki ‘biz yapmadık ki Tanrı yaptı’.
Multi disipliner düşünmek kavramların kapsama alanını
büyütebilir ya de tam tersine küçültebilir, onları birbiri ile iç içe geçmiş
aslında ayrılamaz, sınıflandırılamaz bir mertebeye getirebilir ki insan
zihninin işin içinden çıkmasını bir hayli zorlaştıracaktır bu durum. ‘Böl ve
yönet’ kavramı boşa kullanılmamıştır; ‘böl ve düşün’ den gelir ve bu durumun
biraz da olsa elastikleştirilebilmesi en azından kavramlar arasındaki boşlukları
doldurabilmemiz, bizim mutlak gerçeğin gölgeleri ile iletişim kurmamızda etkili
yegâne araçlarımız olacaktır. Bundan 100 yıl önce büyük fikirlerle insanoğlunun
kaderini değiştirmiş olan bilim adamları multi disipliner düşünebilme ve
öğrenebilme yetenekleri sayesinde olaylar arasındaki bağlantıları kurarak
denklemleri çözebilmişlerdir; fakat gene de ikilem varlığını sürdürür; mutlak
çözüm var mıdır?
Moleküler genetik ortaya çıktığından beri genleri Tanrı
olarak gören bilim adamları vardı; genler tanrıydı ve dolayısıyla dışarıdan
etki edilemezlerdi. Özgür iradesi olan, birbirinden, uzaydan, doğadan ve tüm
diğer canlılardan bağımsız kendi hayatını kendi yönetebilen eğilip bükülmez
insanları var eden genler. Kendi düşünce sistemleri olan ve kendi iradeleri
olduğu düşünülen mutlaklığı sorgulanamaz genler ve bu genlerdeki ufak
değişikliklerin zaman içinde artarak devasa değişikliklere yol açacağını
düşünen ve bir nevi ‘kademeli evrim’ fikrine inanan evrim biyologları vardı ve
fakat paleontologların nasıl olup da evrimsel boşlukları dolduramadıklarına (fosiller
yüzyıllar boyu değişmezken, bir anda çok büyük bir değişiklik gösteriyorlar)
bir anlam veremediklerinden onları başarısızlıkla suçlamaları
kaçınılmazdı. Ve burada bir paleontolog
olmadan bir evrim biyoloğunun bir şeyi kavrama yetisinin oldukça yetersiz
olduğunu görmek pek kolaydır. Bu bile multi disipliner öğrenmenin değerini
vurgular.
Zaman, mutlak bilgi varsayılan öğretilerin her daim en büyük
düşmanı olmuştur. DNA’nın neden yüzde 95’inin transkrip edilmediği sorusu neyse
ki birçok bilim adamının zihnini kurcalamıştır da yüzde 95 gibi devasa bir
kısmın sadece ‘junk DNA’ olarak varsayılamayacağını düşünüp adımlarını o yönde
atabilmişlerdir. Ve böylece aslında o yüzde 95’in düzenleyici DNA olduğunu anlayabilmişlerdir.
Şimdilik düzenleyici diyoruz fakat bir taraftan da DNA’nın tanrısıdır kendisi.
Dış koşulların söylediğini dikte ettirir ve sizi dış koşullara bağımlı, kendi
başına karar veremez bireyler kılar. Bu hep böyleydi elbet; yeni bir şey değil.
Bir katil neden katil olmuştur? Bir adam karısını neden aldatır? Bir kadın
bebeğini neden istemez? Ve bir çocuk neden babasından nefret eder? Cevap
elbette; onların kötü insan olduğudur. Fakat aslında durum şu: Bir bebeğin
annesini emmeye başlamasıyla birlikte; emzirme aşamasındaki olaylar nedeniyle
300- 400 kadar geninin transkripsiyonu değişebilecektir. Sadece bunun
neticesinde bile yüzlerce farklı kişilik ortaya çıkabilecektir; o sinirli bir
insana dönüşebilir, poligamik ya da monogami bir bireye dönüşebilir; empatisini
kaybedip bir sosyopata dönüşebilir ve tüm bunların tek suçlusu aktive ya da
deaktive edilen genlerin hangi hormonları ne kadar üreteceği ile ilintili
olabilecektir. Özgür irade bunun neresinde? Bu bizi kader bağlamına taşır fakat
kader düşüncesinde bile özgür irade vardır çünkü yok sayıldığında yeniden aynı
soruya dönülmek zorunda kalınır: ‘Eğer bana bunları yaptıran Tanrı ise benim
günahım ne?’. Burada Tanrı bariz olarak dış faktörleri yönetir ve dolayısıyla
bireylerin neye dönüşeceğine isteyerek ya da istemeyerek karar verir.
İstemeyerek çünkü bu kadar çeşitliliği kontrol etmek ister mi ya da kuralları
koyup sadece bir izleyici olarak kalmayı tercih mi eder? Veyahut da Tanrı
yaratım esnasında bölünmüş ve parçalarını birleştirmeden tekrar kendi
olabilmesi mümkün olamayan bir subjeye mi indirgenmiştir?
Kademeli evrim teorisinden de düzenleyici DNA’nın
keşfedilmesi ile vazgeçilmiştir ve bu sayede paleontologların da aslında
doğruyu söylediği ortaya çıkmıştır. Değişim yüzyıllar boyu gözle görülmez
etkilere yol açmışken, birdenbire devasa bir sıçrayışla çok büyük değişiklikler
ortaya çıkmıştır. Ve çok yüksek ihtimalle bu çevresel değişimin etkisi ile
olmuştur. Dış etkenlere göre hangi genlerin aktive edileceğine, hangilerinin
kilitleneceğine ve dolayısıyla hangi proteinlerin oluşacağına karar veren tanrı
DNA bu zıplamaların yegâne yöneticisidir ve belki de Tanrının işaret
parmağıdır.
Kutularınızdan çıktığınızda tek bir şeyin her şeyi tanımlama
şansının aslında olmadığını fark edersiniz. Uzmanlaşma fikrinin ne derece kötü
bir fikir olduğunu görürsünüz ve bakış açısı kazanabilmek için mümkün olduğunca
multi disipliner konulara yönelip disiplinler arasındakileri de görebilmek için
çabalarınız. Peki, çıplak gerçeği görebilir misiniz? Çıplak gerçek bir mittir
ve onu çevrelen hikâyeler her daim olacaktır. Kanımca uzmanlık insanoğlu için
en büyük tuzaktır; sırf bu nedenle dışarıda bir sürü başıboş bilim adamı
insanlığı ve onun nezdinde tüm evreni moleküler düzeye indirgeyerek boş bomboş
ve de absürt yeni teorilerle ortaya çıkıp ilerlemenin önüne bir engel daha
koyacaklardır.
Özgür irade yoktur ve işin güzel tarafı yaşadığımız
dünyadaki ne iyilik ne de kötülük insanların eseri değildir; mutlak iyilik ve
mutlak kötülük dahi yoktur. Fakat bazen bir fısıltı vardır ya da
ulaşamayacağımız kadar ulu ve kutlu şeylerin minicik bir gölgesi vardır ve tüm
bunların ötesinde bizi kimin ve neden yönettiğine dair en ufak bir ipucu hala
yok.
Fakat soru hala ortadadır: Siz tam olarak neye
inanıyorsunuz? Ve cevap şudur; okuduğunuz kitaba göre değişir ve kitap derken
göksel ve yersel kitaplarının tümünden bahsediyorum; Tanrı eseri ve insan
eseri. Ne kadar çok okursanız fikirleriniz o kadar esner; manalar ve de
kavramlar kutulardan taşar ve ayrı ayrı kategorize ettiğiniz tüm o öğretiler
birbirleri ile iletişime geçmek için can atar. Tanrı buralarda bir yerlerde
sizden sürekli saklanarak ve bazen sadece parmağını göstererek sizinle
iletişime geçer ve işin garibi varlığını sürekli sorgularsınız ve gene şimdilik
Tanrının sureti olma fikri sizi cezbeder. Ve yeni bir soru gelir: Tanrının
suretiysem ve özgür iradem yoksa bu tanrının da özgür iradesi olmadığı anlamına
mı gelir ya da tanrının sureti derken aslında bir gölge olduğum mu ima
edilmiştir? Güneş batınca yok olacak bir hiç?
0 yorum: