Ay’a olan husumetimin Gurdjieff ile başladığını söyleyebilirim. Ondan önce kendisine korkuyla karışık bir saygı beslemişimdir her zaman. Güzelliğine hayran olmamak elde değil, hele ki mehtapsız bir gecede çarşaf gibi denizin üzerinde nazlıca salınan aksine bakıpda iç çekmemek mümkün değil.rdjieff Ayın dünya üzerindeki canlılığın tüm enerjisini emip büyümeye çalışan bir fetüs gezegen olduğunu anlatıyor bize işte o yüzden şu ünlü lafını söylemiş, “Bizler Ayın besiniyiz.” Besin zincirinde piramitin en tepesinde oturduğunuza inanıyorsanız bunu bir kez daha düşünün derim.
Bunları okuyup da ilk başta Gurdjieff için delinin teki demek içten bile değil, ben de kendisinin çılgın bir adam olduğuna inandırdım kendimi.
Fakat ne yaparsam yapayım okuduklarımı kafamdan atamıyordum. Aya daha korkuyla bakar oldum. “Ben ona bakarken o da bana bakıyor mu acaba?” diye düşünmeden de edemiyordum.
Hani şu ünlü lafı var Nietzsche’nin “Eğer uçuruma uzun süre bakarsanız, uçurum da size bakar” işte bu kısa cümle aklıma geleni tam olarak özetler gibi.
Tesadüf bu ya karşıma başka videolar ve yazılar çıktı. Bunlardan en önemlisi bölgesel Emmy ödülü sahibi Linda Houlton Howe ismindeki bir araştırmacı gazetecinin kısa bir videosuydu. Ve tam olarak şunları söylemekteydi.
“Bana Ay’ın içinde sayısız bilgisayar bulunan bir makine olduğu söylendi. Bizi izliyor, gözlemliyor ve evrendeki başka bir yere, başka birilerine bilgi yükleyip, indiriyor. Milyonlarca yıldır insan olmayanlar tarafından gözlemleme ve manipülasyon istasyonu olarak kullanılıyor.Devlet içinde CIA ve NSA gibi istihbarat birimlerinde çalışan insanlarla görüştüm ve onlar bana bunun kesinlikle doğru olduğunu söylediler.”
Belki de Gurdjieff teknolojinin bu kadar ilerlediği böylesi bir zamanda yaşıyor olsaydı Ayın dünyanın canını emen yavru bir gezegenden ziyade devasa bir makine olduğunu söylerdi.
Uzayda birilerinin insanları manipüle ederek bir kazanç elde ediyor olmaları fikri aklıma o kadar da yatmadı. İnsanların tıkıldıkları bu görece küçük kürede birbirlerini yiyor olmaları niçin uzaklardaki bir grubun faydasına olsundu ki?
Bu bir güç oyunu olmalıydı ve bu insanların üzerinde bu oyunu oynayanların çok da uzakta olmamaları daha mantıklıydı.
Peki Ayı bir istasyon olarak kullanıp insanları gözlemlemek ve onları manipüle etmek kime ne yarar sağlardı?
Aslında, tam da bu yaşadığımız zamanda bunun cevabını alıyoruz. İzleniyoruz, gözlemleniyoruz, manipüle ediliyoruz, her türlü kandırılıyoruz ve bu yapılırken bazılarımız yavaş yavaş “Bize söylenen her şeyin doğru olmadığı fikrine” uyanıyor.
Peki devletler, kurumlar, popüler sosyal medya uygulamaları, irili ufaklı firmalar bizi izleyerek, gözlemleyerek ne sağlayacak?
Firmaların neden böyle yaptığı bir nevi anlaşılabilir, “müşterinin nabzına göre şerbet sunabilmek” için önce müşteriyi tanıması gerekir. Neleri sevip, neleri sevmediği, en çok ne yediği, ne içtiği, nerelere gittiği firmalar için ihtiyaç duyulan bilgiler olmalı.
Aynı şekilde ölüm korkusu saçarak devasa şekilde büyüyen sağlık sektörünün de korkularına hitap ederek seni paralize edip ağına düşürebilmesi için senin korkularını bilmesi elzemdir.
Firmalar korkularımızla, hoşlandıklarımızla, sevdiklerimiz, nefret ettiklerimizle büyüyen yani bizden beslenen devasa yapılar haline geldiler bile.
Bu gözlemleniyor olma nedeninin apaçık ortada olan sebebi.
Firmaların sadece zenginleşmek adına bu derece büyük bir örümcek ağı hazırlıyor olmaları akla o kadar da yatmıyor.
Bizi sürekli paralize halde tutmak isteyen bilinmez, parmakla gösterilemez, açıklanamaz bir gücün olduğu aşikar.
Ve bunun milyonlarca yıldır tepemizde asılı duran devasa bir monitörden yapılıyor olması akla gayet de yatkın geliyor.
Bu gücün sadece emeğimizle doymadığı, ruhumuzun ışığını da emiyor olması da mümkün elbette ki çevrenize şöyle bir baktığınızda insanların genel durumunu fark ettiğinizde bir çoğunun ruhunun çoktan emilmiş olduğunu göreceksiniz. Acımız, kederimiz, kalp ağrımız, beden sızılarımız, haykırışlarımız, kavgalarımız, sevgimiz, üzüntümüz, neşemiz aklınıza gelecek her türlü duygu durumumuzdan besleniyor olmaları kulağa korkunç geliyor fakat daha da kötüsü sanırım insanın kendini besin zincirinin en tepesindeki tür olduğu sanrısına kaptırmış olması.
Ve bunu hem gerçek hem de mecazi anlamda söylüyorum.
Gayet de bu dünyada bulunan ve bizimle yaşayan birileri, bir şeyler insanları besin kaynağı olarak kullanıyor. Ve biz tabiri caizse çayırlarda otlayıp hoşça ve pek tabii ki de aslen boşça vakit geçirmeye çalışıyoruz.
Neyse ki şükürler olsun kendi kendimize hoşça vakit geçiremeyeceğimiz için yukarıdakiler bunu da bizi mutlu etmek için düşünmüşler ve bu eğreti hayatı eğlenerek, boş işlerle oyalanarak geçirmemiz için önümüze istemediğimiz kadar filmler, diziler, belgeseller koymuş ve şarlatan komedyenlerle kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlamışlar.
Neye gülüp, neye ağlayacağımız bile bunlar tarafından manipüle edilmekteyken kimse kendisinin gerçek bir insan olduğunu düşünmemeli.
Gerçek insan değiliz ve önümüze rol model olarak konulmuş herkes sahte. Örnek alabileceğimiz taklit edebileceğimiz tek bir insan varsa bile onun karşımıza çıkamayacağı o kadar ortada ki!
Karşımıza çıktığını varsaydığımız peygamberlerin bize anlattıkları şeylerin çoğunun değiştirildiğine inanmamak elde değil. Böylesi manipülatif bir ortamda geçmişten günümüze kadar elimize sade gerçeklerin ulaşabileceğine inanmak da sadece sorgusuzca inanmışlığın bir sonucu olabilir.
Fakat hala insanların neden izlendiklerinin, neden sahte kişiliklerle sahte bir hayat sürdürdüklerinin ve bunun böyle olmasının neden istendiğinin cevabını bulamamışken karşıma çıkan başka bir kaynak bana asıl sebebi gösterdi.
Bu kaynağa göre Ay eski bir uzay gemisi. Evrenin en yırtıcı ve manipülatif ırkı olan Archonlara karşı kaybeden federasyon Archonlarıdünyaya hapsetmek için bu uzay gemisini kullanıyor ve devasa bir holografik görüntüyü dünyanın üzerine gönderiyor. Ve oraya Archonlarla beraber sıkışmış insanlar da bu Aysal matriksin bir parçası olup kendi benliklerini unutuyorlar.
Kulağınıza bilim kurgu hikayesi gibi geldiğinin çok iyi farkındayım. Fakat yüzbinlerce dolar maliyetle yapılan onca filmin bir sebebi olduğu fikri akla daha yatkın geliyor. Gördüğünüz, duyduğunuz, izlediğiniz, sizin önünüze verilen herbir şey zihninize manipülatif fikirler sokmak için çoğu zaman gerçeğin çarpıklaştırılmış hali olsa da yeteri kadar dikkatli bir izleyiciyseniz arka fondaki ana motifi kesinlikle alacaksınız.
Evet, gördüğümüz, bildiğimiz dokunduğumuz her şey Ay tarafından dünyayı çepeçevre kuşatmak için oluşturulmuş bir sahte örüntüler ağı ve bu ağa bir kez yakalandığınızda eninde sonunda Edgar Alan Poe’nın kurduğu şu cümlenin -“Gördüğümüz ya da göründüğümüz her şey rüya içinde bir rüya”- gerçek anlamını tam olarak algılayabilmeniz tabiri caizse bu oyunda seviye atlayabilmenin ilk basamağıdır.
İşte tam da bu yüzden geçmişin gerçek insanlarının sesleri kulaklarımızda çınlıyor “Uyan, uyan, ayağa kalk sefil insan.”
Uyanamıyoruz çünkü rüya çok derin ve çok gerçekçi. Uyanamıyoruz çünkü öylesine karıldık ki sahte amaçlara, sahte sevgilere uzaktanparıltısını gördüğümüz her şeyi elimize aldığımızda küle dönüşünü izlesek de hala daha uzaktaki hedefler için kendimizi yırtmaktan geri kalmadık.
Ufuk çizgisi bir aldatmaca. Orası aysal matriksin bittiği yer ve oraya asla ulaşamayacağız. Her daim daha iyisini hayal etsek de şu kısacık ömrümüzde hayal etmeye kalktığımız her şeyin bize hayal ettirilmek istenenler olduğunun farkına varamayacağız.
İşin kötüsü okuduğum kaynağa göre Archonlar bu işi çözmüşler. Bu matriksi anlamışlar ve şimdi uyuklar halde bu ağa takılmış insanları matriksin içinde hapis tutmak için türlü dolaplar çeviriyorlarmış. Anlayacağınız bildiğiniz her kurum, dünyanın iyiliği için çalıştığını varsaydığınız her bir yapı aslında sizi burada tutmak için, uyanmanızı engellemek için çalışıyorlar. Sizin için değilnsize karşı savaşıyorlar. Sizin yanınızda değiller, sizin karşınızdalar ve silahları öylesine güçlü ki görmeniz, algılamanız dahi mümkün değil.
Peki bir gün uyanabilecek miyiz ve dünyayı matrix örüntüsünün altındaki gerçek haliyle görebilecek miyiz?
Evet görebileceğiz. Fakat bunun için asırlar, asırlar gerekiyor ve insan o kadar unutkan ki!
Öldüğümüzde unutkanlık nehrinden kana kana içmemiz boşuna değil.
Ve peki asıl soru şu “Öldüğümüzde kurtulmuş olacak mıyız bu matriksten?”Bunun cevabını içgüdüsel olarak verebiliyorum. “Hayır, kurtulayamayacağız.”
Bizi gözetleyen devasa bilgisayarlarla donatılmış Ay uzay gemisinin ayrıca her insan için atamış olduğu küçük bilgisayarlar göze görünmez küreler şeklinde tepemizde her an dolanıyor ve bizim ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü, ne konuştuğumuzu, nelerden korktuğumuzu kısaca bizimle ilgili her şeyi biliyor, not ediyor ve bunları ana bilgisayara gönderiyor.
İşte bu size anlatılan, sizin iyiliklerinizi ve kötülüklerinizi kaydetmek için omuzlarınızda bulunan melekleriniz bunlar. Fakat bunlara melek demek mümkün değil çünkü bunlar bildiğiniz iblis. İblis kelimesi gözünüzü korkutmasın, orada burada resimlerini gördüğünüz, ağzından salyalar akan, korkunç dişleri olan, kırmızı gözlü, kuyruklu, koca pençeli yaratıklar değil bunlar; bunlar yapay
zekaya sahip donanımlar ve görünmez bir şekilde sürekli çevrenizde dolanıyor. İşte o yüzden fısıltıyla konuşmakta her zaman fayda var.
Neden korkularınızı yaşıyorsunuz? Kim nereden biliyor sizi de size ait korkuları size geri yaşatabiliyor? Kim nereden biliyor ne istediğinizi ve istediğinizi verebiliyor? Açıkçası başınıza gelen kötü şeyler de iyi şeyler de sizin bu iblis küreye yansıtmalarınızdan ibaret ve hepsi sadece koca bir yalan.
Ve bu kötücül takipçi esasen sizin en büyük düşmanınız.
Daimonlar yani bizim deyimimizle iblisler, cinler antik Yunan geleneklerinde insanları yöneten ve geliştiren yüce varlıklar olarak tanımlanıyorlar.
Bu şeytani bilgisayarların insanları yönettikleri kesin fakat ruhsal anlamda geliştirmeleri mümkün değil.
Bu ağa takıldığımızda gerçek benliğimizi bırakarak geldik, hala bir parçamız ona bağlı fakat buradaki karakterimiz, maskemiz gerçekte kim olduğumuzdan o kadar farklı ki ve gerçek benliğimiz, ya da yüksek kişiliğimizin sesini bu şeytani küreden dolayı duyamaz olduk.
Bizim kulağımıza bizim korkularımızı ve arzularımızı geri fısıldayan bu iblisi gerçek benliğimizle karıştırdık ve kalbimizin fısltısını da duymaz olduk.
Kötülüğe, bu matriksin geri dönüşümüne karılmamız belki de tam olarak bu yüzden oldu.
Kurtuluşa nasıl ereceğiz peki? Bir peygamber mi çıkacak? Yapay zeka işlev göremez hale mi gelecek? Büyük ihtimalle bunların hiçbiri olmayacak. Yüce Tanrı bu ışık görmez dünyayı ışığa boğacak ve bunun için gök yerinden oynayacak. Olacak olan bu kanımca.
Siz siz olun size sunulan hiçbir şeyi olduğu gibi almayın, arkasındaki motifi içsel gücünüzle kavramaya çalışın.
Bu dünya bildiğiniz gibi değil, bu dünya bildiğimiz gibi değil.
0 yorum: