Tanrı bana telefon açtı
Ve dedi ki “……….”
Anlamadım. Duydum belki fakat anlamadım. Çok derinden mi
geliyordu sesi yoksa çok mu cızırtılıydı hatırlayamadım bile.
Dedi, bir şeyler dedi. Fakat belki de bir rüya idi. O
telefonu yıllardır bekliyordum ben. Onun varlığını hissettiğimden beri benimle
iletişime geçeceğinden emindim. Bekledim, bekledim, bekledim. Ve bir akşamüstü
güneş battı batacak, hatta Ay doğdu doğacak kocaman bir çanak gibi sihirli
denizin üzerine. Öyle bir zamandı. Sessizlik kulaklarımı tırmalıyordu. Ellerim
titredi. Korkuyordum, havada garip tezahürler, garip buğular ve dedim ya tuhaf
ve korkunç bir sessizlik.
Tanrı’yla ilk karşılaştığımda, tüm bunların aksine, Güneş
herkesin yüzüne güler gibiydi. Apaydınlık bir sabahtı. Kuşları bile bu kadar
neşeli görmemiştim ben belki de. Bu kocaman ve kapkara bir şakaydı benim için.
Tanrı’nın yüzünü görecektim ve tüm dünya çok neşeliydi. Ben de sanki içimde,
gizli saklı da olsa umut taşır gibiydim. Onu saklamıştım; çünkü kıskançtırlar
ve de umudu bile çok görürler çoğu zaman. Umut fazlaydı bana, bilmeliydim.
Saat kaçtı ki? Günlerden neydi ki? Ne önemi var? Tekrar
tekrar o anın tam ortasından kendimi buluyorken ben ne önemi var akrep ve
yelkovanın hangi çizgide olduğunun? Tanrı ile karşılaşacaktım ben. Böylesine
hazırlıklı değildim ama.
Geldi Tanrı olanca heybetiyle, ben küçücük kaldım. Odanın
içindeki eşyalar güneşin aşırı parlak ışıklarından görünmez olmuştu sanki. Ben
de ufaldıkça ufaldım. Gözlerine bakamadım hiç, nasıl bakardım ki? Kör olurdum
böylesi aydınlıkta! Anca yeni yeni alışıyor gözlerim.
Benden bir şey alacaktı, fark ettim. Ağladım, yalvardım,
yakardım, tepindim, ağıt yaktım. Duymadı her şeyi duyan, bilmedi her şeyi
bilen, görmedi her şeyi gören. Ve o anda anladım! Anlamaz olaydım! Görmez, bilmez,
duymaz olaydım ve tekrar tekrar, kana kana içmek istedim Lethe’nin sularından.
Her şeyin bir bedeli vardı ve hayatın bedeli ölümdü.
Bedelsiz değildi nefesim, attığım adım, içtiğim su, yediğim yemek ve belki de
tonlarca borcum vardı daha şimdiden.
Tanrıyla tanıştım böylece. Zangır zangır titredim korkumdan.
Korkmalıydım elbet! Gözyaşlarım koca koca denizleri doldurabilmeli elbet. Ben
kimim ki?
Ben kimim ki sevdiklerimi sonsuza kadar elimde tutacağım ya
da sahip olduğum bu bedeni çürümekten kurtarabileceğim?
Ben kimim ki kendimi eşdeğer sandım göktekilerle? Ve ben
nasıl oldu da göktekilerin benim için döndüğünü, yerin benim için besleyip
büyüttüğünü sandım?
Fakat eninde sonunda gösterecektir kendini Tanrı. Hiç
beklemediğiniz güneşli ve kuş cıvıltılı bir sabahın köründe kendinizi korkunç
bir girdabın içinde döndürüle döndürüle fırlatılmış olarak yerde yatar
bulursunuz. Tanrı gözünü kırpmıştır, ışıklar oynar eşyaların üzerinde, yerde
cam kırıkları ve insan bağırışları. Tüm bunlar ve tekrar tekrar.
Tanrıyı bir kere gören bir daha unutamaz. En büyük
hatırlatıcısıdır o topraktan beden yığınlarının sahteliğinin ve de Güneşin daha
büyük bir Güneşi perdelediğinin. Varsaydığım hayatın mecazi varlığının içinde
kendimi gerçek buluşumun hatasını yüzüme vurandır o.
Ve şimdi ellerim titreyerek telefonu kaldırıyorum. Sadece
cızırtı, anlamsız birkaç hece ve de korkunç bir feryat arkada tekrar eden.
Belki de bir ağıt koca kürelerin Tanrıya yaktığı. Destansı fakat anlamadığım
bir ses öbeği mi yoksa bu? Tanrı ağlıyor olamaz ya.
Neden şimdi peki?
Güneş batmış bile, Ay çoktan gökteki yerini almış. Ve şimdi
Ay ışığı dolmuş odanın her yerine, bir annenin narin ve de zarif kolları gibi
yayılmış odanın her köşesine. Fakat öyle değil, tam olarak öyle değil
biliyorum. Garip sessizlikten biliyorum, kapanmayan telefondan biliyorum. Hala
aynı cızırtı fakat bir şeyler anlayabiliyorum sanırım artık.
Tam olarak birkaç kelimeyi anladığımda telefon avizesi
düşüyor elimden. Anladım, anladım bu sefer. Fakat ben kimim ki Tanrım? Ben
kimim ki? Sen ki bir kere gösterdin bana, gösterdin bana yüzünü ve benim
sandığımı aldın elimden. Sonra ilk düşüşümden sonraki en ağır düşüşümü yaşattın
ve fırlattın beni kudretinle, girdapların, fırtınaların yıldırımların,
ateşlerin ve de sellerinle.
Fakat bunlar sadece tezahür öyle değil mi? Bunlar hiçbir şey
değil de mi gerçeklerinin yanında?
Benim gerçeğimi bana geri verecek. Layık görmüş bunu bana.
Hak etmişim en sonunda. En güzel çevirisi bu olurdu dediklerinin “sana geri
vereceğim senin olanı almadan evvel sana ait olduğunu sandıklarını”.
Evin içinde Ay var. Telefonu kapatıp uyumaya çekiliyorum.
Kulaklarımı yakan sessizlik yüreğimi de yakacak belli. Ayın gümişi ışıkları
sabah Güneşin altın rengi ışıklarına yol verecek fakat hiçbir şey, hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak. Ben gerçek ben, kendimde olan şey, bana geri gelecek.
Söz verdi karanlığın gözüyle, Ayın ışığı altında. Hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak…
0 yorum: