“Dans eden Güneş,
dans eden Ay, dans eden yıldızlar ve dans eden tüm galaksiler bizim kutsal
benliğimizin bir ifadesidir.” –Amit Ray
Güneş gündüzleri her yere gönderirken ışınlarını tek bir
karartı kalmaz gölgelerimiz dışında. Gölgelerimiz bizi usulca takip eder; her
daim bizimle olan, üzeri örtülemez ve fakat açığa çıkamaz bir gerçekliğin, ayın
karanlık tarafının, güneşin ulaşamadığı yerlerin zahiri bir sembolü olarak bize
farklı bir yönümüzün varlığına işaret eder.
Güneş bilincimizin, dışarıya gösterdiğimiz ve bizim de
biliyor olduğumuz tarafımızın simgesidir. Gündüzdür ve her şey ortadadır.
Bilincimiz yanında bedenimizi de besleyen kudrettir. Babadır, eril
tarafımızdır. İş yapma, ortaya koyma gücümüzdür. Zihnimizde kurageldiğimiz
hayallerimizin gerçekleşmesini sağlayan irade gücüdür. Karanlıkla savaşır ve
onu boğar.
Ay ise bizim bilinçaltımızı aydınlatmaya çalışan titrek ve
beyaz bir mum gibidir. Karanlığı yırtar ve içimizi hayallerle doldurur. Dişi
gücümüzdür. Yaratıcı ve üretkendir. Çeşit çeşit korkutucu yaratık onun titrek
ışığı ile görünür kılınır. Bilinçaltımızdan bilincimize akan saklı sırları
ortaya çıkarır. Bir de ayın karanlık tarafı vardır ki işte o bir türlü
ulaşamadığımız o ulu şeyi simgeler: Ruhumuzu. Ruhumuz öylesine büyük bir
gizemdir ki rüyalarımız sadece Ruhumuza giden o gizli patikayı, karanlıkta
kalan tarafımızı açığa çıkarmak adına kurgulanmış sahneleridir gecenin. Güneş
sahnesinden ay sahnesine geçer dururuz ömrümüz boyunca. Toprağın, suyun,
havanın ve ateşin birleşimi olmak kolay değildir; insan olmak kolay değildir.
Ayın zihinlerimizi etkileyebilecek kadar büyük bir gücü
vardır üzerimizde. Bu hem iyi hem de kötü sonuçlar doğurabilir. Eğer ki
karanlıkta kalan tarafımıza kucak açar, kendimizi tanımak için yola çıkar ve
Ruhumuza doğru süzülebilme iradesi ve de isteği ile doldurursak kalbimizi, Ay
bizim en büyük pusulamız olacaktır. Öte taraftan benliğimizin içine çakılı
kalmışsak ve egomuzun bizi ele geçirmesine izin vermişsek Ay bizi deliliğe
sürükleyecektir. Aristo Ayın beyinlerimizin üzerine olan etkisini, beynimizin
en nemli organ olduğunu söyleyerek açıklar; ay sular üzerinde hükümranlık kuran
bir küredir.
Her insanın bir yıldız olduğu söylenegelir. Bu hem doğrudur,
hem de yanlıştır. Yıldız olan ruhumuzdur ve insanların çok çok büyük bir
yüzdesi -hatta tamamına yakını demek daha doğru olacaktır-içindeki yıldızı
tanıyamadan göçer gider bu sahneden. Sahte benliği ona o kadar gerçekçi görünür
ki onun söylediği yalanlar ve de dolanlar sarmalında yıldızından gitgide
uzaklaşarak ve fakat Tanrıya ulaştığını sanarak sönüp gidecektir. Ruhumuz bir
yıldızın şekline sahiptir; küredir. Bir santrifüj etkisiyle yıldızların
bedenlere girdiği söylenir neoplatonik kaynaklarda. Fakat bu balçık, bu çamur bir
yıldızı tanıyabilme yetisinden çok çok uzaktadır. Hiçbir kitap ona bu sırrı
veremez ve hiçbir kitap onu birleştiremez yıldızıyla. Aksini düşünmek ve bunu hayat
felsefesi haline getirmek büyük bir cahillik olacaktır ve bu belki de en büyük
günahtır. Yıldızlar ölümsüz ruhlardır; kaldı ki insanın ruhum sandığı sahte
benliği ölümlüdür. “Ölmeden önce ölmek” terimi, ölümsüzlüğe erişebilmek için
sahte benliğin öldürülmesi gerektiğini anlatan çok önemli ve fakat bir o kadar
da anlaşılamayan bir anlatımdır. Anlaşılamaz çünkü ölüm denince akla ilk gelen
bedenin ölümüdür. Bedenin ölümü ile beynin nöronları arasındaki bağlantılardan
oluşan sahte kişilik de ölecektir. Oysaki olması gereken ölmeden evvelinde
Ruhun içinde asimile olarak sahte benliğin ruhla birleşmesinin sağlanmasıdır.
Bunun nasıl olması gerektiğini anlatan hiçbir yazılı materyal yoktur elimizde
ve hatta olsaydı bile bunu anlayabilecek miydik? Ruhumuza izin veriyor muyuz
benliğimizi kırarak?
İnsanların bu dünya üzerindeki kişilikleri ile cennete
göçtüklerinde, cennetin cennet kalabileceğine inanmak saflıktan öte büyük bir
çocukluktur. Cennet, sahte benliklerle cennet olarak kalamaz; insan dünyayı ne
hale getirdiyse cenneti de o hale getirir; kötü, habis bir hapishane. Dinin tüm
emirlerini yerine getirerek olgunlaşabilmek dervişlere has bir özelliktir.
Normal, orta düzey, ölmeden ölümü tatmamış diğer insanlar “en iyi kul benim” yarışına girecek o da
yetmeyecek nehirleri, dağları, ovaları paylaşamayacaklardır. Cennet bu dünyanın
bir yansıması olabilir anca bu insanlıkla.
Cennete giden yola ilk adım insanın kendini tanıyabilmesi
ile atılır. İnsanın “yıldızı ile barışması” ile olur. Burada karşımıza
“çilekeşlik” ya da “hermetik asetizm” karşımıza çıkar ve Mevlana’nın “kazaya
karşı ölü gibi ol” lafı kulaklarımızda çınlar. Genel olarak toplumlarda,
başlarına türlü kaza, bela gelmiş insanların Tanrı’ya daha yakın oldukları
nedeni bilinmese de kabul edilegelen bir olgudur. Sahte benliklerimiz “iyi ki
benim başıma gelmedi şunun başına gelen” diye şükrederken ruhlarının
fısıltılarını duymaya çabalayan insanlar “keşke benim başıma da gelse” diyerek
iç geçirirler ve gözyaşı döken her insanın gözyaşının cennete giden yola
döşenen çakıl taşları olduğunu bilirler. Bu acıyı, elem ve kederi yüceltmeye
çalışan bir nevi mazoşist bir yaklaşım kesinlikle değildir.
Esasen bu dünyayı
seven, öte dünya için yakamaz, yakmaz kalbindeki ateşi. O ateş bu dünyayı
sömürür anca. Bilgi açlığına dönüşür, maddi açlığa dönüşür, bedensel açlığa
dönüşür ve doymak bilmeyen bir ateştir; aynı Kuran ı Kerim’de anlatılan “doymak
bilmez cehennem ateşi” gibidir. Feleğin çemberinden geçen insan ancak
kurtaracaktır kendini dünyayı saran cehennemden.
Gerçek cehennemi yaratanın sahte benlikler olduğunu
anlamadan ve onu yokluğun ateşi ile yakmadan cehennemden kurtulmak mümkün
değildir. Bu dünyada başa gelen her acı şeyle ateş harlanır ve yavaş yavaş
tutuşturmaya başlar ortadan kalkması gerekeni. Gözler geceye açılır ve gündüzün
uğraşları eski zevki vermez insana. Öylesine bir umutsuzlukta yok olmaya davet
eden bir şey vardır. Ruhun fısıltısı daha net duyulurken ölümsüzlüğe giden yol
parlar ay ışığı ile. Yıldızımız bize, Tanrı’nın izniyle, elini uzatır kalınca
sislerin ardından anca görmeye başladığımız küçük bir ışık demeti marifetiyle.
Tutabilene ne mutlu!
Dünya sahnesi, sahte benliğimizi var eden, ona gerçek bir
statü kazandıran bir ortamdır. Esasen gerçekten “var” olabilmek için önce yok
olmak elzemdir, mecburidir; tüm ezoterik, batıni inançlarda yok olmak kutlu ve
ulvi sayılmaktadır. Oysaki insanlar yeryüzünde korkunç bir varlık savaşının
içerisinde sürüklenip gitmektedirler. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu
ömürde tek bir saniye bile yıldız Ruhumuzla tanışmak ve onun içerisinde yok
olmak adına boşa harcanmamalıdır. Ölümden sonra Ruhumuzla tanışma fırsatımız
olmayacaktır. Reenkarnasyon Ruh için geçerlidir sahte benliğin öyle bir gücü
yoktur; asla ölümsüz değildir; bedenle doğar, bedenle ölür.
Varlık savaşı ile ilgili en güzel dizeleri yazan Mevlana’dan
alıntı yapmamak olmaz tam da burada:
“Yok olanın yolu başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da
başka bir günahtır. Aklı başında oluş geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir.
Geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi
yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça
sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olmaz.
Sen kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta
olursun? Kendinde oldukça nasıl olur da Kabe’ye gelmiş sayılırsın?”
Mevlevilerin semasının da iki amacı vardır. Zahiri yani
görünürdeki amaç Tanrı’ya olan hayranlığı ifade etmek ve insani-kamile
ulaşmakken batıni yani gizli ve de asıl amaç yıldız ruhumuzun bedensellikten
sıyrılıp göksel bir küre olarak kendi çevresinde ve de diğer küreler çevresinde
dönerek yerini ve de asıl olan kendini bulması gerekliliğinin dansa vurmuş
şeklidir. Ve bu dansın Mevlana evvelinde de yapılıyor olduğuna çok da
şaşırmamak gerekir lakin antik insanların Tanrı’yla olan bağları bizimkinden
çok daha kuvvetliydi ve netice itibarı ile insan olmanın aslında ne demek
olduğunu bizden çok daha iyi bilirlerdi. Şimdi bir nevi atıştırmalık olarak
önümüze sunulan her türlü bilgi gürültü ve karmaşadan ibaret bir kördüğümün
içine atar bizi.
Ruhumuzun fısıltısını kalabalıkların gürültüsü bastırır.
İnsanlarla, sadece dış uyarıcılara bağımlı olduğumuzdan ve onların karşısında kendi
varlığımızı ortaya koyabildiğimiz için sürekli bir arada olmak sahte benliğin
varlığını pekiştirecektir. Onlara etki edip, tepki beklemek de keza sahte
benliğin işidir ve gene en büyük uğraşımız ve de derdimiz kendimizi Tanrının
yardımıyla Yıldızımız içinde eritip yok etmek olacakken başka insanlarla meşgul
olmak da Yokluğun önündeki engeldir. Yok olmadan var olabilmek mümkün değildir.
Kendimizi kalabalıklarla sarmak ve yalnız kalamamak, sürekli
atıştırarak kendi içsel güvensizliğimizi bedenimizin hacmini artırarak
yeneceğimizi düşünmek; daimi olarak bir şeylerle meşgul olarak zihni dış
uyarılara maruz tutmak ve atıştırmalık ve bir o kadar da gereksiz bilgilerle,
zihnimizi yok olmaktan koruduğumuzu düşünerek aslında onu köreltiyor olmak ve
daha niceleri büyük bir korkunun –yok olup gitme- korkusunun göstergesidir. Bu
korku sahte benliğin korkusudur esasen ve kendini topraktan ne varsa onun
içinde güvende saymak sahte benliğin ulvi olana karışıp gitmemek adına
geliştirdiği bir hayatta kalma aracıdır. Fakat ne nafile bir araçtır o!
Bir yıldız kayar ve bir insan ölür.
Bir insanın yıldızı düşüktür ve başına türlü türlü işler
gelir.
Bir yıldız doğar ve artık o ölümsüzdür.
Birisi çok başarılı olur ve yıldızı parlar.
İki insan birbiriyle çok iyi anlaşır çünkü yıldızları
barışıktır.
Biri yıldızlara kement atmak ister çünkü başarması gereken
çok güç bir iş vardır ki biz bu işin Yıldıza ulaşmanın ta kendisi olduğunu
biliyoruz.
Ruhumuzun bir Yıldız olduğunu atalarımız bilmektedir elbet;
uzay boşluğunda salınarak dans eden ölümsüz bir Ruh.
Onu tanıyabilmek ve Onunla bir olabilmek için Güneşimizden
aldığımız irade gücüne ve Ayımızdan aldığımız zihinsel imajinasyon gücüne
ihtiyacımız bulunmaktadır. Ve her şeyin ötesinde istenç gücümüzle ortaya
koyduğumuz saf sevgi bizim en büyük desteğimiz olacaktır.
Sessiz fırtınaların sesiyle,
Sessiz yağmurların izinde
Ve de uğultusu ile dağların kalbindeki Uluya,
Dolunaylı bir gecede
Ulaşabilmek için gökteki kendine
Kulağına gelirken Tanrıların tek tek isimleri
Tam yok olup gitmeden evvel
Kollarını iyice açıp
“Alın alın beni kendimden” diyebilecek misin?
Ve de feda edebilecek misin ömrünce birikimi?
Feleklerin çarkları tek tek öğütmeden
Sana ait olduğunu sandıklarını.
Var olduğunu sandığın sen
Onsuz bir avuç topraktan öte nedir? Ne?
Varlığın en büyük zarar sana!
Ey dizlerinin üzerine çöküp kollarını göklere kaldıran!
Yok yaptığın tek bir şeyde tek bir mana!
Sen yoksun aslında!
0 yorum: