Bedenim benim değil ki! Hiç olmamış ki! Öylece doluverdi bu düşünce zihnime; korkunç bir baş dönmesi ve mide bulantısı ile kalktığım sabah...

Ruhun Mors Alfabesi: Apofeni

Bedenim benim değil ki! Hiç olmamış ki! Öylece doluverdi bu düşünce zihnime; korkunç bir baş dönmesi ve mide bulantısı ile kalktığım sabahın bir köründe. Bedenimi kontrol edemediğimi anca mı anlayacaktım? Kendimi dahi kontrol edemezken ben, kimim ki, kimmişim ki hayatımı kontrol edebileyim? Zıvanadan çıkmış düşünceler kimin ola ki? Kimin ola ki bu ruh, bu benlik? Ben diye bir şey var mı ki? Hiç olmuş mu, hiç benim olmuş mu bu ki? Şu canlılığın kabarıp büzüşen bir hava kabarcığından başka bir şeysem bile, o şey olan benim değil, ben hiç değil. Boşlukta süzülen buz gibi parmaklar tutamazken benim olan ne varsa, yere düşüp 'ben'le birlikte kırılıp, toza toprağa dönüşecekler elbet.

Öylece, kuş kadar korkak ve o kadar hassas yüreciğime doluveren bu hislerle boş, bomboş bakıyorum çevreme. Bu his başka bir hisle birleşiyor ve beni içinden çıkılamaz bir manaya sürüklemeye çalışıyor. Fakat ah rasyonel zihnim, kendi içindekini de dışındakini de bilmez hurafeler çöplüğü! Gerçek mana zihnimin dışında bir yerlerde fakat zihinsiz insan ayakta kalır mıymış ki? Kalsa da kaldığını bilir miymiş ki? En yüce mananın bilgeliği bize sirayet etmemiş henüz, farkındayım ben.
Birkaç ay evvelinden doluşmuştu garip bir düşünce usuma usul usul. Karanlık ve yoğun bir ormandan çıkarken evlerden birinin verandalarından gelen rüzgâr çanının sesi ile geliverdi nereden ne zaman çıkıp geleceği belli olmayan!

"Şu ormanın, şu gökyüzünün, şu denizin, rüzgâr çanından gelen şu seslerin, gerçekten bakıp görebilseydin eğer,  sadece birer yansıma olduğunu da bilirdin. Başka bir evrenin yalan yanlış yansımasısınız siz. Gölgesiniz siz asıllarından bihaber yaşayıp giden. Orada bir yaprak kıpırdadı mı dağlar parçalanır burada;  bir kelebek kondu mu bir gül ağacına şimşek çakar her yerde; orada gözünü kırptı mı güneş yer gök yangın olur burada. Ah ne derece cahil ve de ne kadar habersizsiniz her şeyden. Lunaparka girmiş çocuklar gibisiniz hepiniz. Elinizi attığınız her şeyin toza döneceği ortadayken, ne varsa yükleniyorsunuz sırtınıza ve elleriniz bomboş, zihniniz bir o kadar kara ayrılırken buradan, birazcık, az birazcık daha yalvarıyorsunuz. Elma şekeri mi yetmeyen, kâğıttan oyuncaklarınız mı?”

Uzun süre konuştu benimle. Ben sustum, bir histi ilkin sonrasında akıp giden bir düşünceye döndü. Aylar önce yaşadığım bu hisle bugün yaşamış olduğum bedenimin aslında benim olmadığı, ruhumun da olamayacağı fikri bir yerlerde birleşiyor gibi. Anlamsız gibi duran bu hislerden anlam çıkarıyorum. Fakat nafile! Bu bir his, düşünceye dökülmesi onu hurafeye çeviriyor ve belki de ilerleyen zamanda gereksiz bir inanca dönüştürecek. His olarak bir insanın içinde beliren bir şeyin başkasına aktarılması ne derece mümkün ki?

Eflatun’un mağara alegorisi benim içime dolan bu hisle aynı şeyleri söyler gibi gözükmekte; bir mağarada gölgeleri gerçek sanarak geçirmiyor muyuz tüm yaşamımızı ve beyhude yere mağarada gölgelerle oynarken kaybetmiyor muyuz bize bahşedilecek olanı henüz bulamamışken? Güneş bile başka bir kaynaktan alıyor ise ışınlarını ve o kaynak asıl ‘mana’ ise bu dünyada boş yere aramaktayız. Ve de labirentlerle doluymuş gibi gözüken ve çözmek için bizleri beklediğini sandığımız bu dünyanın çözdüğümüz tüm döngülerinde hep aynı modeli görürüz: Yolun sonu ufuk çizgisidir ve inancımızla şekillenir. İnanç yüce manayı arayan herkesin eninde sonunda takılıp kalacağı bir olgudur ve mucizevi bir şekilde kapılırken, gene mucizevi bir şekilde uzaklaşabiliriz kendisinden.

İçimizde bir yerlerde olayların aslen bizim tarafımızdan yönlendirilmediğini biliyoruz hepimiz ve de ne ruhumuzun ne de bedenimizin tam olarak bize ait olduğunu. Bize aitmiş gibi görünen birkaç kara kuru düşünce bile istemsiz olarak zihnimizde belirmelerine bakılırsa hiç de bize ait değil. Sahte egomuzun ötesindeki bize ait olan değil, bizim ait olduğumuz; ruhumuz ve onu ararken tek yapabileceğimiz onun gönderdiği şifreli mesajları çözmek. Rüyalar bu yüzden bu kadar kıymetli ve örüntülerde mana aramamız tam da bu yüzden. Asıl evrenin -yüce ve kutsal mananın-  birbirinden bağımsız olayları, bir nevi mors alfabesi gibi kullanarak, şifreli mesajlar gönderiyor olduğunu hissediyoruz kalplerimizde. Ve böylece bir kara kedinin önümüzden geçtiğinde başımıza neler gelebileceğini, bilinçaltına atılmış atalarımızdan kalan yarım yamalak kadim bilgileri kullanarak, öngörmeye çalışıyoruz. Fakat bu modern zamanlarda, öngörülerimiz dahi zamanın ruhu tarafından zapt edilmiş gibi durmakta ve çoktan ‘ilkel bilgiler’ kategorisinde yerlerini almışlar. Hatta bunun için bir isim de bulmuşlar; apofeni. Wikipedia’ya göre: “Apophenia is the tendency to mistakenly perceive connections and meaning between unrelated things.” Türkçeye çevirisi ise şu şekilde: “Apofeni;  yanlışlıkla birbirinden bağımsız şeyler arasında bağlantı ya da anlam bulma eğilimidir.” Burada özellikle ‘yanlışlıkla’ kelimesine takılmamak elimde değil elbet. İnsanların kadim bilgeliklerinden kalan birkaç öğreti bile zamanın ruhu tarafından ‘yanlış ve de hatalı’ kabul ediliyor. Bu, elimizdeki tüm araçların teker teker nasıl alındığının korkunç ve tehlikeli örneklerinden biri. Yürekli varlıkların ellerinden yüreğini alıp, asıl evrene ait işaretlere ve öngörülere sahip bilinçaltlarının kapısını kilitleyip, anahtarını denize attığınızda, geride kalan humanoidler elbet harika birer hizmetçi olacaktır.

Her nasılsa her şeyi olduğu gibi kabul etmemiz gerektiği söyleniyor bize ve kurumların önümüze koyduklarına inanmamız gerektiği. İnancın yerini bilgeliğin alması gerekirken inananlar bilgelerin yerine geçiyor ve bilgeler susturuluyor; hem kendi aklımızda, hem de dışarda. Bize işaret edilen tek yolda ruhumuzu boğarken, ona dair tüm işaretleri elimizin tersiyle itiyoruz. Oysaki o kadar çok yol var ki! Ve bu yolların her birine giriş ve çıkış bileti olarak bilinçaltımızın bize ulaştırmaya çalıştığı kadim bilgileri kullanmak zorundayken; önü inançlarla tıkanan bu nehrin zamanla kurumasına izin veriyoruz. Farkında değiliz lakin işte bu çok üzücü.

Her tarafı uyaranla dolu ve bizi içimize dönmekten men eden şehirlerde kendi içsel deneyimlerimizden ayrı tutuluyoruz. Işıklar, sesler, karmakarışık caddeler, trafik, koca koca binalar, rengârenk tabelalar bizi maddi amaçlara sıkı sıkı bağlarken, manevi olarak ulaşmamız gereken mana zaten önümüze yaldızlı bir tabakta sunulmuş gibi. Taklit etmemiz gereken ritüellerin bizi übermensch seviyesine çıkaracağı söyleniyor ve devreye gene inanç giriyor. Sözler gerçekle çelişse de inanma eylemi onu tek gerçek kılıyor. Bu derece tıka basa doldurulmuş zihinlerle hakiki ruhsal deneyime ulaşabilen insana rastlamak neredeyse imkânsız. Bir ağacın gölgesinde saatlerce gökyüzüne bakabilen insana ne mutlu! Ve ne mutlu denizin ortasında dingince maviliğe dalmış olana. Fakat sessizlik bir zamandan sonra canını acıtır modern insanın. Uyaranların bağımlısıyız. Kendimizi şehre geri dönmek için acele eder buluruz; tam da sessizlik ruhumuza sirayet edecekken, gürültüyle boğmak isteriz kendini gösterebilecek olana.

Doğanın insanın içine verdiği huzuru algılamak ne kadar zorsa ondan bahsedebilmek de o kadar zor. Sessizliğin korkutucu çığlıklarını gürültü ile bastırmak, bilinçaltının karanlığına dalacakken neon ışıklarıyla büyülenmek, doğanın kendi içindeki dengeyi kaotik insan ilişkileri, trafik ve kalabalıklarla değiş tokuş etmek bizim bu dünyaya kendimizi teslim etmemiz anlamına geliyor. Oysaki bu dünya sadece bir gölgeyken kendimizi gölgelerin eline vermek, en az gölge kadar uçucu egomuzun ruhu keşfetmeden göçüp gitmesine neden olacaktır.

Elimizde bize ait hiçbir şey yokken, yansımanın kralı olmanın kime ne faydası olacaktır ki? Gerçeğin hizmetkârı olmayı, elbet tercih edeceğimdir yalandan kraliçe olmaya. Ruhum benden köşe bucak kaçacak biliyorum ve bilinçaltım sessizce gönderse de şifreleri algılamam yıllar sürecek biliyorum. Fakat gerçek huzuru ve dinginliği bu dünyada bulamayacağıma eminim. Belki birkaç an ve anı; sıcak bir odun sobasından yayılan sıcaklık ve cama vuran yağmur damlaların tatlı sesi ve elimde bir bardak çayla izlerken oradan oraya konan minik minicik serçeleri. Doluverecek içime biliyorum yaygın ve genleşen kutlu mana. Fakat işte bu kadar. Ölümde de huzur olduğunu sanmam hiç; ki kanımca öte diyar da bir yansıma. Mutlak manaya, yılgın bir boyun eğişten ziyade bilge bir boyun eğişle yaklaşacağız, biliyorum ve onun şifrelerini alfabe olarak kullandığı örüntülerde arayacağım. Bunun bir hata olduğunu söyleyenlere inat, içimdeki bilge arkaik insana güveneceğim.

0 yorum:

İLETİŞİM