Bölüm 1: Tek Kişilik Bir Son
Gökyüzü hiç bu kadar karanlık olmamıştı ne de şimdiye kadar bu kadar yağmur yağmıştı; insanlar evlerine kapanmışlar; iş yerlerine, okullara, marketlere gidemez olmuşlardı. Durmamacasına yağıyordu. Evlerinde erzakları bitenler birbirlerinin kapısını çalıyordu. Herkes farkındaydı büyük bir olayın gerçekleşmek üzere olduğunun fakat kimse ne olacağını bilmiyordu; kimileri oldukça normal karşılıyor kimileri kıyamet senaryoları yazıyordu. Yağmur başladığında ilk birkaç hafta kimse aldırmadı; ne de olsa sonbahardı ve yağmurun yağması normaldi; bereketti de aynı zamanda. Üçüncü haftadan sonra kanalizasyon şebekeleri yağmur suyunu toplayamaz oldu; caddeler, sokaklar kaldırımlar yağmur suyu doldu, üzerlerinden geçilemez hale geldi. Sokağa lastik çizmelerle çıkılabiliyordu henüz o zamanlar, iki ay sonra tüm şehir gölü andırdı; yüksekte yaşayanlar şanslıydı; deniz kenarındakiler evlerini birer birer boşalttı; hiç dinmiyordu yağmur; çoğu zaman fırtına ve yıldırım da eşlik etmekteydi. Başa çıkılamayacak duruma gelindiğinde yaşam tümüyle durdu.
Beş ay sonra yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı; stoklardaki gıdanın on yıl daha dayanabileceğini söyleyen devlet yetkililerine kimse inanmadı; inanmamaları da gayet normaldi. Hangi sözleri doğru çıkmıştı ki şu ana kadar! Meteoroloji bilmeliydi; insanlar hazırlanmalıydı. Fakat ne de olsa hayat ve doğa her zaman beklenilmeyen yerden vururdu sizi; hazırlıksız.
Ben de hazırlıksızdım diğer herkes gibi. Uzun zaman önce bankadaki paramı altına çevirdiğimden kim bilir belki de daha şanslıydım; kâğıt para geçmiyordu artık, gıda ateş pahasıydı, insanlar eski usul değiş tokuşla bir şeyler almaya çalışıyorlardı. Devletin dediğinin aksine stokların erimesi an meselesiydi ve en temel ihtiyaçlar kara borsadaydı.
Öğrendiğimize göre tüm dünya bu haldeydi. Sanırım toprak ana üzerindeki insanlardan kurtulmanın yolunu arıyor; arınma ve temizlenme dönemi. Bir Nuh Peygamber daha çıkar mı bilinmez, şimdiye kadar çıkmadı.
Her şeyin, dünyanın, insanların, ekonominin daha iyiye gideceğine inandırılarak büyütüldük. Bense hiçbir zaman inanmadım. Şimdi kendimin daha az şaşkınlık içinde olduğumu söylemeliyim. Tek bir tür tek başına bu dünyada ayakta kalamazdı; kendimizi fazla önemsedik; diğer tüm canlıların üzerine bastık. Bizim için sandık dünyanın tüm kaynaklarını ve kendimizden ötesini önemsemedik. Ben de buna dâhilim, kendimi çok değerli sandım, değilmişim, değilmişiz; çarçabuk bitiverse keşke ama sürünmeye devam etmeliyiz; hiç olduğumuzu anlayana değin.
Kapı çalıyor. Saat gece 02:00. Bu saatte kapının çalması normal değil. Masanın başından kalkıp ayaklarımı sürüyerek kapıya gittim. Delikten kim olduğunu anlamaya çalıştıysam da beceremedim, kimse kim aslında! Daha kötü ne olabilir? Açtım kapıyı, uzun boylu, takım elbiseli, oldukça yakışıklı bir adam kapı önünde dikiliyordu; bir an kıyafetlerimden, saçımdan utandım, gerçi ne fark eder şu saatten sonra?
Adam karşımda dikilmiş ve ben ağzımı açıp tek kelime konuşamıyorum. Gözlerinin içine bakarken daldım sanırım. En sonunda o konuşmaya girişti:
—Merhaba, Işık. İçeriye almayacak mısın?
-—Pardon, sizi tanıyamadım. Ne istemiştiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?
—Sanırım oturarak daha rahat konuşabiliriz.
Üzerimdeki şaşkınlıktan çabuk sıyrıldım. Kapıyı sonuna kadar açıp içeri buyur ettim. Evim darmadağındı, insan dünyanın sonuna yaklaşıldığını bildiğinde eskisi gibi titiz olamıyor. Gene de utandım; sıkılarak:
—Ev hali için kusura bakmayın, ne de olsa gecenin bu saatinde tanımadığım bir adam tarafından ziyaret edileceğim aklımın ucuna gelmemişti
-—Aklınızın ucuna gelseydi evi temizler miydiniz?
Cevap veremedim, üzeri kitaplarla örtülmüş bir kanepeyi işaret ettim. Adam çok rahattı; onu izlerken kıyafetlerinin kuru olduğunu fark ettim; evet kupkuruydu. Kedim çoktan onu koklamaya başlamış; zararsız olduğunu sezmiş olacak ki favori koltuğuna geri dönüp uyuklamaya devam etti. Hala ayaktaydım. Ben de bir diğer kanepeye oturdum, sehpadan bir sigara alarak yaktım; ona dönerek:
— Siz de ister misiniz?
-—Hayır, teşekkürler.
—Nereden geliyorsunuz, kıyafetleriniz ıslanmamış.
-—Oh, ben her zaman bir yolunu bulurum.
Gülümsüyordu tatlı tatlı. Sinirlerim bozulmaya başlamıştı; ‘ben her zaman bir yolunu bulurum’ da ne demekti? Dalga mı geçiyordu benimle. Kafamdaki düşüncelere rağmen sakin konuşmaya devam ettim:
—Kim olduğunuzu bir an önce anlatın lütfen. Çok uykum var ve tahmin edebileceğiniz gibi misafir ağırlama havasında değilim.
—Çok yalnızsınız öyle değil mi?
—Herkes yalnız değil midir? Ayrıca ne gereksiz bir soru bu; dünya bu haldeyken, bana ne kadar yalnız olduğumdan mı bahsedeceksiniz?
—Dünyanın bu halinden size ne? Siz kendi halinizden sorumlusunuz.
Adama alaycı bir cevap vermemek için kendimi zor tutuyordum. Bir taraftan da rüyada mıyım diye kendimi çimdikledim, rüyadaysam bile uyanmama yetmedi:
— Ne dediğinizi anlamakta zorlanıyorum, anlamaya da çalışmayacağım gerçi! Sanki dünya yok olduğunda ben hala burada olabilecekmişim gibi; neden bahsediyorsunuz siz? Ne işiniz var burada? Sabrım taşıyor, bir an önce benden ne istediğinizi söylemenizi rica ediyorum sizden.
—Pekâlâ, pekâlâ kızmayın lütfen. Tanrı misafiri kabul edin beni, canınızı sıkmak istemezdim, içecek bir şeyleriniz var mı?
—Ne içersiniz? Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi dolabım dolu değil aslında size sadece kahve yapabilirim; o da eğer tüpüm hala doluysa.
—Tamam, kahve iyidir; orta şekerli lütfen.
—Evde şeker yok. Kuzum siz 1 yıl öncesinin bir restoranına mı geldim sandınız?
—Neyse o zaman şekersiz olsun, en acısından.
Böyle diyerek bir kahkaha attı. O sırada adamın suratının ortasına yumruk atmamak için kendimi zor tuttum; gerçi sanki atabilirmişim gibi keza benim cüssemle onun cüssesi kıyaslanamaz bile. Adamın adını dahi bilmiyordum, mutfağa yönlenirken sordum:
-—Adınız nedir?
— Benim adım mı?
—Kimin adını soruyor olabilirim?
—Pink Floyd derler bana.
—Size ne derler diye sormadım! Sadece adınızı öğrenmek istedim.
— Adım Pink Floyd o zaman.
Kafamı sallayarak mutfağa gittim, kahveyi ve suyu koyduktan sonra cezveyi ocağa yerleştirdim; bu arada tüp bitmesin diye içimden dua ediyordum. Gerçekten de şu an ihtiyacım olan tek şey kafeindi.
Odaya tekrar geçtiğimde küçücüğü Pink Floyd’un üzerinde buldum; uysal uysal mırlıyordu. Şaşırdım; tanımadığı insanlara bu kadar yanaşma huyu yoktu.
—Buyurun kahveniz.
—Çok teşekkürler.
—Kediniz çok şeker, adı nedir?
—Küçücük.
— Komik bir isim vermişsiniz. Neden?
— Hiç büyümüyor da ondan. Artık kahveniz de önünüze geldiğine göre sebep- i ziyaretiniz lütfen?
—Tabii, fakat önce sigaranızdan bir tane alabilir miyim? Kahve sigarasız olur mu hiç!
İçinden bir tane de kendim için aldıktan sonra paketi ona uzattım; yavaşça içinden bir tane aldı. Ne kadar da sakindi Tanrım, hem de böyle bir zamanda:
—Evinizden hiç çıkmaz mısınız?
—Evimden çıkmak mı? Bu havalarda mı? Anlamıyorum, kimse evinden çıkmıyor; tabi ki ben de. Yağmur betonu eritene kadar güvende sayılırız öyle değil mi? Ya da yiyecek tükenene kadar. Hem siz nasıl geldiniz? Hala hiçbir açıklama yapmış değilsiniz?
—Pekâlâ, daha fazla sizi merakta bırakmayacağım. Ben devlet görevlisiyim; tüm evleri teker teker dolaşamadığımız için rastgele seçtiğimiz evleri belirli aralıklarla ziyaret ediyoruz. İnsanların fizyolojik olduğu kadar psikolojik durumları da ilgilendiriyor bizi; ihtiyaçlarını anlamaya çalışıyoruz. Dünya dengeleri tekrar yerli yerine oturduğunda aklı başında insanlara ihtiyacımız olacak. Sizin için ne kadar süredir yağmur yağıyor?
—Benim için ne kadar süredir yağmur mu yağıyor? Ne anlamsız bir soru bu böyle. Herkes için ne kadar süreyse o kadar. Bu bir olay ve sübjektif değil. Hayal gördüğümü falan mı ima ediyorsunuz yoksa?
—Hayır, hayır katiyen. Yanlış anladınız beni ya da ben sorumu net olarak soramadım. Aslında öğrenmek istediğim tarihleri net olarak hatırlayıp hatırlamadığınız. Bu gibi katastrofik olaylarda insan beyni anı kaydetmeyi başka türlü yapmaya çalışır; daha açıkça konuşmak gerekirse kendisine en az acı verecek şekilde hatırlamaya meyillidir. Bu soruyla anlamak istediğim olayın sizde de travmatik bir iz bırakıp bırakmadığı.
—Travmatik bir iz bırakmıştır elbette. Benim hatırladığım kadarıyla iki yıl kadar önce kasım ayında başladı. Tam da şiddetlendiği esnada oje sürdüğümü hatırlıyorum; hatta ne gariptir ki ojenin adı bile aklımda. ‘414 chery, chery, bang bang’. Moralimin çok bozuk olduğunu hatırlıyorum ve sürdüğüm ojeden çok şey beklediğimi de. Hatta belki tüm hayatımı dönüştürme gücünün onda olduğunu varsaymış bile olabilirim. Bu şekilde kınayıcı bakışlarınıza devam edecekseniz susmam en doğrusu olacaktır.
Sinirlenmiştim hatta ellerim zangır zangır titriyordu; bakışlarındaki alaycılık öfkelendirmişti beni; elbette ki bir erkeğin bir kadına empati duyabilmesini beklemek saçmalıktı fakat yargılamak ve kınamak bana kötücül bir hareket gibi geliyordu ki öyleydi. Umursamazca baktı gözlerime ve dikkatsizce konuşmaya devam etti:
—Kusura bakmayın fakat fazlasıyla kırılgan olduğunuz belli. Ojeden bahsederken size yeteri kadar ciddi gelememişsem de özür dilerim. Lütfen kaldığınız yerden devam edin. Görüyorsunuz vaktim bol.
Kendimi sakinleştirerek kaldığım yerden devam ettim:
—Nasıl oluyor da ojenin adını bu kadar net olarak hatırlayabiliyorum inanın bilmiyorum. Aklımdan çok şey geçiyordu. O zamanlar benim için hayat pek de güzel sürprizlerle dolu hediye kutularından oluşmuyordu; hatta kimilerini hiç açmamalıydım diye düşündüğüm oluyor; sanki benim elimdeymiş gibi. Neyse, tek hayal ettiğim şey bir an önce kıyametin gelmesi ve bu diyardan tek başıma göçmemekti. İşler kötüleştiği zaman ilkin aklıma gelen şey her zaman ölüm oluyor ama hayır ölmemle dünya da durmalı; böylesine bencilce bir ölüm anlayışım var. Dur bakayım belki de ‘bang bang’ bana kıyameti hatırlatmıştır; vişne renginde bir kıyamet, kızılca kıyamet.
— Sizin için çok özel olmayacaksa hayatınızda sizi ölümü düşündürecek kadar kötü ne olmuş olabilir?
—Haddinizi gayet de aşıyorsunuz. Bu bilgiyle benim size göre aklı başında bir insan olup olmadığım ortaya çıkacaksa, ben sizi bu yükten kurtarayım derhal; hayır o zamanlar aklım başımda değildi
—Bu soru şaşırtmacalı bir soru değildi, bu sorunun cevabıyla yaftalanmanız mümkün değil. Hiç merak etmeyin, sizin bilemeyeceğiniz ve düşünemeyeceğiniz binlerce unsur göz önüne alınacaktır.
Başımı önüme eğdim; cevap verip vermemek konusunda şüphelerim vardı. Bana tamamen yabancı olan bir insana kendimle ilgili bilgi vermek bana göre değildi; kaldı ki en yakın dostuma dahi tam olarak kafamdan neler geçtiğini anlatmamışımdır; her ne kadar dostluk anlayışı sözlükte bu olmasa da benim anlayışım buydu; ser ver, sır verme. İçimden bir ses ise tüm argümanlarımın aksine anlatmam gerektiğini söylüyordu. İnsanın başına ne gelirse içindeki seslerden geliyor zaten diyerek anlatmaya koyuldum:
—Ben nasıl derler; hani klasik hikâye vardır ya kendisinden çok şey beklenip, hiçbir şeyi gerçekleştiremeyenlerdenim. Gene de elimden geleni yaptım fakat yaşamak nasıl anlatayım, benim haddim değilmiş. Hayatta kariyer, çoluk çocuk namına bir şey yapamayanlar yaşıyor da sayılmazlarmış. Bunu tam da o kıyamet gününde anlamıştım. Yapamıyordum; ne yapsam, ne etsem çevremdekiler gibi bir insan olamıyordum. Onlar, nasıl söyleyeyim kurallarına göre oynuyorlardı. İşlerinde başarılıydılar, başarılı olmasalar da bir şekilde idare ediyorlardı işte. Birbirlerine rast geldiklerinde işler nasıl sorusuna her zaman bir cevapları vardı hatta evli ve çocukları olduğu için çoluk çocuk nasıl sorusunun da bir karşılığı vardı onlarda. Böylece sosyalleşip hayata karşı bir cemiyet oluşturabiliyorlardı. Hayretle ve de büyük bir kıskançlıkla izlemişimdir onları. Anne, baba, çocuk, iş, ev, araba. Anne, baba, çocuk, iş, ev, araba, aile büyükleri. Anne, baba, çocuk, iş ev, araba, çocukların okulu. Anne, baba, çocuk, iş, ev, araba, konu-komşu ziyareti. Tatiller, hafta sonları, anne, baba, çocuk ve patronlar. Ne kadar dolu bir hayat görüyorsunuz. Peki ya ben? Hayatın önündeki en büyük engel olan aklım ve ben. Başkalarının manasızlaştırdığına mana veren, manalandırdığını manasızlaştıran ben. Fakat devam edemeyeceğim sanırım. Uykum da geldi. Şimdilik bu kadar tutsak nasıl olur?
Başını salladı Pink Floyd. Hızlıca kalktı yerinden, bir baş selamıyla ayrıldı evden.
0 yorum: