Şehrin güneş görmez, buz gibi nemli sokaklarında melankoli almış başını gidiyor. Ellerinde sigaraları, sararmış yüzleri ile insanlar hiçbir şey konuşamadan, dertlerini anlatamadan başlarını ellerine almış; kafaları önlerine eğilmiş, arada bir arkada çalan şarkıya eşlik ederek dertli dertli tüttürüyorlar. Nemli burada odalar ve rutubet kokar yer yer çatlamış dökülmüş sıvaları ile duvarlar. Buradaki sırlar anlatılamayacak kadar büyüktür ve gizemlidir. Suç ortağı yapmak istemez biri bir diğerini. Sabaha kadar otururlar da çıt çıkmaz çoğu zaman. Kadehler doldurulur; geçmişte söylenenler, edilenler arkada bozuk bir plak gibi hiç durmadan çalar. Hep aynı soru dilin ucuna kadar gelir de yutkunulur, defalarca sorulmuştur ne de olsa ve hiçbirinde cevap alınamamıştır. "Neden Allah’ım neden?". En arka odaların birinde bir çocuk yere oturmuş, başını dizlerinin üstüne koyup, kollarıyla sarmış bir şekilde sessiz sessiz ağlar. Derdini anlatamaz, çaresizliği öğrenmiştir o, koca dünyanın gamını yükünü çoktan sırtlanmış, iki büklüm olmuş, yerden kalkmak dahi istememektedir.
Güneş aydınlatamaz burayı, mikrobunu kırmaz havanın, kirlidir buranın sokakları tıpkı insanların elleri kolları gibi.
Burası Freud'un bilinçaltı. Ötelediğimiz, görmek istemediğimiz, uygunsuz kaçan ne kadar hissimiz varsa bu karanlık yerlere gömeriz. Ve sonra en güzel kıyafetlerimiz ve en güzel gülüşümüzle karışırız kalabalığa. Güneş vardır gündüzün ve her gece yakamoz vurur denize. Bilinçaltımız karanlık ve nemli sokaklarken, bilincimiz aksine aydınlanmıştır: korkutucu pek bir şey yoktur orada, düşüncelerimizin hâkimiyeti bizdedir çoğu zaman. Ne de olsa özgür irademiz vardır; özgürce hareket ederiz ve hareketlerimizin ve davranışlarımızın sorumluluğu da bizdedir. Fakat bu çok uzun sürmeyecektir. Şimdi ya da daha sonra fakat eninde sonunda karışacaktır kirli sokaklardan acayip, bilinmeyen varlığı hep ötelenmiş olan bir şeyler; öyle şeyler ki apansız yaptırıverir sizden hiçbir zaman beklenmeyen bir hareketi veyahut da aslında tüm toplumsal normların dışında hissettiğiniz bir şey yüzünden saplayıverir vicdanınıza keskin kılıcı.
Oralarda bir başına mum dahi yakmadan, konuşmadan sürekli kendi kendini yiyen biri vardır. Kafasında aynı düşünce sürekli dolanır: “Her şey benim suçum. Benim yüzümden oldu, ben yanlış yaptım. Aslında hissetmemem gereken şeyleri hissederek aileme ve de topluma ihanet ettim”. Aydınlıkta dolanırken ise kendisine ne olduğunu bilmeden, nedenini anlamadan, yemeden içmeden kesilmiştir; insanlarla görüşmek istemez; uyku düzeni bozulmuştur ve tüm bunların en acısı artık hayattan zevk almaz. Bunun için seratonin ve dopamini suçlarlar; magnesyumdan şüphelenirler; östrojen ve progesteronun dahi parmağı vardır bu işte. Muz mutlu eder derler; tavuk ve patatesi bolca tüketin derler; kuruyemişi sofranızdan eksik etmeyin ve her gün bir avuç şundan bundan ondan muhakkak tüketin derler ve bunu arka sokakta, kapkaranlık, soğuk, nemli ve küflü bir yerde sırtını pek de arkadaş canlısı olmayan duvara dayamış biçare bireyin aydınlıktaki versiyonuna söylerler ve dediklerinin ve önerdiklerinin hiçbiri oradaki zavallıyı aydınlığa çıkaracak güçte değildir. Zincirler ağırdır ve zincirler uzundur.
Majör depresyon, moleküler düzeyde artık çok net olarak bilinmekte ve ilaçlar da ona göre üretilmekte fakat bir şeyler eksik kalıyor ve neredeyse hiçbir vaka ilaçla düzelemiyor. Ve şu ortaya çıkıyor ki depresyonun vücutta yarattığı tepki fiziksel bir etkinin yarattığı tepki ile aynı yani neredeyse bıçaklanan bir birey kadar somut bir acı içinde birey. Ruhun ızdırabı gerçek ve elle tutulur bir şey ve ilaçlar buna çare değil.
Burada yıllanmış ve eskimemiş bir bilim adamı yardıma koşuyor: Sigmund Freud. Kuramları avam tabakanın dahi dilinde olan bu dâhinin fikirleri her ne kadar sürekli tartışılmış ve eleştirilmişse de modern psikiyatri dahi ona başvurmadan yol alamıyor. Freud bize depresyonun aşırıya kaçmış kendini suçlama ve yoğun suçluluk duygularından dolayı olduğunu söylemekte. Karanlıkta sessizce bir başına oturan o kadın ya da adam tam da kendine bunu yapıyor; elem ve keder içinde neden annesini sevemediğini ve ölümünden dolayı neden mutlu hissettiğini soruyor kendine. Annesi ölümcül bir hastalıkla boğuşurken neden bir damla gözyaşı dökemediğini sorguluyor sürekli. Bu duygularından utanıyor onu saklamak istiyor toplumdan; kimseye tek bir kelime edemiyor ve annesinin hastalığında tek bir üzüntü hissetmeyen benliğini arka sokaklara atarak onu görünmez kılıyor. Fakat bu kadar basit değil her şey; içten içe onu yiyip bitiren bu duygu saklandığı yerden ona görünmez oklar atıyor, her türlü neşenin önünde kötü gülüşü ile onu bekliyor, ona bakıyor ve için için kemiriyor onu.
Tıpkı diğer türler gibi Homo sapiens sapiens de eşsiz bir tür. Fakat onu diğerlerinden ayıran bir özelliği var ki o da bilinçaltının vücudun faaliyetlerini tamamıyla değiştirebiliyor olması ve işte bu nedenle de regülatör DNA stres altında olduğunu varsayıp, beden 7/24 stres altındaymış gibi sinyal gönderiyor transkripsiyon faktörlerine ve elbette seratonin ve dopamin yerlerde sürünürken, kortizol tavan yapıyor.
Freud’un yoğunlaştırılmış suçluluk duygusunun depresyona neden olduğu fikri artık neredeyse kanıtlandı: Manchester Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışma ‘Archives of General Psychiatry’ dergisinde yayımlandı ve buna göre; geçmişinde kendilerine depresyon tanısı konmuş bireylerin beyin taramalarında, suçluluk ve toplum tarafından kabul edilen davranışların bilgisinin bulunduğu alanların, hiçbir zaman depresyona girmemiş bireylerdekinden farklı olduğu görüldü. Depresyonun suçluluk ve toplum tarafından kabul edilebilir davranışlar ile çok büyük bir ilişkisi var. Fakat karşımıza tekrardan bir düğüm çıkıyor: Bizi travmatize etmiş olmalarına rağmen onlara karşı olan güçlü bağlarımız aynı kalabilir mi?
Bu başka bir konu elbet. Eğer oralarda bir yerlerde suçluluk duygusuyla, o duygunun çok da farkında olamadan boğuşan bir insan varsa ve kendini soğuk bir hapishanede yalnız başına hisseden bir tarafı varsa; derhal çıkarsın onu oradan sıcak güneşin altına. Hayatın hiçliği ile savaşılmaz, varlığı ile bütünleşilebilir ancak. Ve evet travmatize çocukluğunun suçunu tanrıya ya da ebeveynine atmakta yüzde yüz haklısın. Toplumun kabul edemeyeceği şeyler; toplumu kaosa sürükleyebilecek olan hissiyatlardır: Toplum kaosa ancak genlerini gelecek nesile aktaramadığında girer. Ve bu bize gizlice şunu fısıldar: Kan bağı ve genler her şeydir. Sevsen de sevmesen de!
0 yorum: