24 Mart
Çıkmış o yıkık dökük harabe evden,
Ardına bile bakmadan
Bir zamanların umut ekip, rüya biçtiği taş duvarlarının arasında,
Kara bir kedi öylece dolanırken.
Fakat 'orada bırakacağım'dediği tüm üzüntüyü, kederi ve elemi ,
Taşıyormuş yanında ve karanlığa rağmen,
Ölüme ve hastalığa inat,
Pembe dantelli incecik bir bluzla beraber
Hasır geniş şapkasını geçirmiş kafasına,
Elinde minik minicik bir çanta ile kafa tutmaya çıkmış yola.
Kime karşı, neden, nasıl bilinmez.
Etrafta nazlı, sayılı günlerine rağmen gururlu bir şekilde
Kafalarını sallayan sarılı beyazlı papatyalar,
En az onun kadar naif ve en az onun kadar gururlu.
Neler neler, hangi sırları anlatmışlar ona, işitmemiş, duymamış,
Sanki hiç çıkmamış gibi o harabeden
Aklında taşımış tüm o anıya dönmüş anları.
Ve giderken yolda, yalnız kalmamış ya hiç,
Çimenler dahi eğmiş boyunlarını,
Onun üstlerinden geçen minik minicik adımlarından bağımsız.
Bir diyeceği var belli demişler,
Bir derdi var büyük demişler,
Konuşmuşlar aralarında fısıltıyla.
Gürültücü rüzgar dahi söndürmüş sesini,
Minik bir fısıltıya dönüştürmüş koca gümbürtüsünü.
Yalnızmış ya değilmiş aslında,
İzleyeni çok onun, seveni de var belli.
Fakat o görmemiş hiçbirini, yalvaran bakışlarını
Ne rüzgarın fısıltısını duymuş ne papatyaların tiz çığlığını.
Hepsi bir ağızdan ‘yolun sonu değil’ dese de ardına bakmıyormuş hasır şapkalı kadın.
Bulutlar şekil değiştirip durmuş,
Kafasını kaldırsa ah biraz keşke,
Toprak oynamış ayağının altında,
Sallanmış biraz, fakat devam etmiş o yolda.
Deniz kıyısına vardığında öylece çökmüş ya çakıl taşlarının üzerine,
Ağlamışlar hep birlikte.
Deniz tuzu mu daha tuzlu, gözyaşı mı yoksa? ‘En çok kim ıslatacak’ diye sormuş ‘bu dertsiz umarsız koca koca kayaları? Ben mi yoksa sen mi?’’
Cevap yok denizden, köpürmüş sadece, sinirden mi kederden mi? ‘Tamam hazırım ben de’ demiş, ‘Boyun eğdim ulu Tanrıya, boyun eğdim hayata, büyük olmadığımı öğrendim, zerreden farksız bedenimi salacağım koca tuzlu maviliğe’
Biz vardık ardında, öylece izledik onu,
Kalbimizde hançer saplı
Durduramayız onu
Dilimiz mühürlü
Konuşamayız onunla
Ve kollarımız tutmaz
çekemeyiz onu.
Fakat gene de var gücümüzle yaydık içimizdeki
‘Dur gitme,
Yaşamaya mecbursun
O seni çağırana kadar’.
Duydu mu bizi bilmem,
Ensesinde duyduğu ılık, ıpılık ürpertiyi
Anladı mı bilmem.
Biz kimiz asla söylemem.
Fakat durdu;
Islanmış kırmızı pabuçlarıyla
Kıyıda öylece durdu.
Tuza ve suya boğdu tüm kıyıyı
Hıçkıra hıçkıra büyüttü dalgaları
O zaman anladık, o da bizden biri.
Ve deniz yaladı yuttu tüm kasabayı.
Siz bilmeseniz de, siz görmeseniz de
Her an her şey sil baştan yıkılır buralarda
Siz yapılışına şahit olursunuz.
Hep var sansanız da
İçinizden birileri
Varoluşun büyük acısına katlanamayıp
yıkar tüm dünyaları.
Biz biliriz.
Biz görürüz.
Tüm yapılışların ve tüm yıkılışların şahidiyiz.
Alaş!
Tanrı, içimizde,
Tanrı sizinle.
Tanrı bizimle
Ve Tanrı, kendisi bilmese de
Hasır şapkalı kadınla.
Esindaş
Çıkmış o yıkık dökük harabe evden, Ardına bile bakmadan Bir zamanların umut ekip, rüya biçtiği taş duvarlarının arasında, Kara bir kedi öy...
Yakarış
Çıkmış o yıkık dökük harabe evden,
Ardına bile bakmadan
Bir zamanların umut ekip, rüya biçtiği taş duvarlarının arasında,
Kara bir kedi öylece dolanırken.
Fakat 'orada bırakacağım'dediği tüm üzüntüyü, kederi ve elemi ,
Taşıyormuş yanında ve karanlığa rağmen,
Ölüme ve hastalığa inat,
Pembe dantelli incecik bir bluzla beraber
Hasır geniş şapkasını geçirmiş kafasına,
Elinde minik minicik bir çanta ile kafa tutmaya çıkmış yola.
Kime karşı, neden, nasıl bilinmez.
Etrafta nazlı, sayılı günlerine rağmen gururlu bir şekilde
Kafalarını sallayan sarılı beyazlı papatyalar,
En az onun kadar naif ve en az onun kadar gururlu.
Neler neler, hangi sırları anlatmışlar ona, işitmemiş, duymamış,
Sanki hiç çıkmamış gibi o harabeden
Aklında taşımış tüm o anıya dönmüş anları.
Ve giderken yolda, yalnız kalmamış ya hiç,
Çimenler dahi eğmiş boyunlarını,
Onun üstlerinden geçen minik minicik adımlarından bağımsız.
Bir diyeceği var belli demişler,
Bir derdi var büyük demişler,
Konuşmuşlar aralarında fısıltıyla.
Gürültücü rüzgar dahi söndürmüş sesini,
Minik bir fısıltıya dönüştürmüş koca gümbürtüsünü.
Yalnızmış ya değilmiş aslında,
İzleyeni çok onun, seveni de var belli.
Fakat o görmemiş hiçbirini, yalvaran bakışlarını
Ne rüzgarın fısıltısını duymuş ne papatyaların tiz çığlığını.
Hepsi bir ağızdan ‘yolun sonu değil’ dese de ardına bakmıyormuş hasır şapkalı kadın.
Bulutlar şekil değiştirip durmuş,
Kafasını kaldırsa ah biraz keşke,
Toprak oynamış ayağının altında,
Sallanmış biraz, fakat devam etmiş o yolda.
Deniz kıyısına vardığında öylece çökmüş ya çakıl taşlarının üzerine,
Ağlamışlar hep birlikte.
Deniz tuzu mu daha tuzlu, gözyaşı mı yoksa? ‘En çok kim ıslatacak’ diye sormuş ‘bu dertsiz umarsız koca koca kayaları? Ben mi yoksa sen mi?’’
Cevap yok denizden, köpürmüş sadece, sinirden mi kederden mi? ‘Tamam hazırım ben de’ demiş, ‘Boyun eğdim ulu Tanrıya, boyun eğdim hayata, büyük olmadığımı öğrendim, zerreden farksız bedenimi salacağım koca tuzlu maviliğe’
Biz vardık ardında, öylece izledik onu,
Kalbimizde hançer saplı
Durduramayız onu
Dilimiz mühürlü
Konuşamayız onunla
Ve kollarımız tutmaz
çekemeyiz onu.
Fakat gene de var gücümüzle yaydık içimizdeki
‘Dur gitme,
Yaşamaya mecbursun
O seni çağırana kadar’.
Duydu mu bizi bilmem,
Ensesinde duyduğu ılık, ıpılık ürpertiyi
Anladı mı bilmem.
Biz kimiz asla söylemem.
Fakat durdu;
Islanmış kırmızı pabuçlarıyla
Kıyıda öylece durdu.
Tuza ve suya boğdu tüm kıyıyı
Hıçkıra hıçkıra büyüttü dalgaları
O zaman anladık, o da bizden biri.
Ve deniz yaladı yuttu tüm kasabayı.
Siz bilmeseniz de, siz görmeseniz de
Her an her şey sil baştan yıkılır buralarda
Siz yapılışına şahit olursunuz.
Hep var sansanız da
İçinizden birileri
Varoluşun büyük acısına katlanamayıp
yıkar tüm dünyaları.
Biz biliriz.
Biz görürüz.
Tüm yapılışların ve tüm yıkılışların şahidiyiz.
Alaş!
Tanrı, içimizde,
Tanrı sizinle.
Tanrı bizimle
Ve Tanrı, kendisi bilmese de
Hasır şapkalı kadınla.
Esindaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: