14 Şubat
H. ve M.’yi arıyorum, doğduğumdan beri desem abartı sayılmaz da, hadi ben kendimi bildim bileli diyeyim. Tam bulduğumu sandığım anda avuçlarımın arasından kaçıverdiklerine defalarca şahit oldum. Ele avuca sığmaz imiş bunlar. Dokunursan toz olurlarmış, bakarsan saklanıverirlermiş hemen oracıkta bir yerlere. Saklanmakta üstlerine yokmuş. Sadece adları kalana kadar geride, yok ediverirlermiş kendilerini. Varlıktan yokluğa geçiverirlermiş hemencecik. Vazgeçmeyeceğim lakin. Yakalayacağım, tutacağım ellerimle.
Her taşın altına baktım neredeyse, bazen yuvarlandıklarımın dibinde olduklarını varsaydım, bazen dağın başındaki kayanın birinin altında saklandıklarını, bazen denizin dalgasıyla dümdüz edilmiş pürüzsüz çakıl taşlarında aradım, bazen sipsivri amansız kayalıklarda. Her köşe başını döndüğümde hemen oracıkta bir yerlerde bulabileceğimi varsaydım. Benden önce dönenlerin birinden biri ses etseydi bari; ne de olsa aramayan yok onları. Çetin ceviz çıktı H. ve M. Anladığım kadarıyla, okuduğum kadarıyla, tüm hikayeler onların uğruna yazılmış, tüm öğütler onlar için, tüm savaşlar da keza bilinmedik toprakların birinden birinde çıkarlar ortaya diye yapılmış. İnsan insanı o yüzden dövmüş, insan insana tam da o yüzden ah etmiş. Masal kahramanları buldu derler, onlar ulaştı derler, yüz yıl uyuyan prenses sırf onu bulduğunu sandığı için uyandı derler. Tekrar uyumuş lakin, bir yüz yıl daha beklemeye değermiş. Çeşitli reçeteler var, bilmeyen yoktur onları. Şunları şunları yaparsan kavuşursun der onlarda. Misal arabanın içinde, koltukların altında yaşadıklarını söyleyen var, kimilerine göre şahane bir evde anca bulunabilirlermiş, fakir gariban evini sevmezlermiş pek. Doğru mudur ki? Pek de kibirli, pek de şatafatlılarmış.
Ben gene de dağı taşı tercih edeceğim, reçetelerin hiçbirini uygulamadım keza, uygulamak için de artık çok geç sayılır. Fakat, arada bir, hakikaten bir evin, bir arabanın, gösterişli bir elbisenin, alımlı bir ayakkabının içinde olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum da gene de varsayıyorum ki; oralarda bulunsaydı H. ve M., bunca insan azıcık da olsa rahata ermez miydi? Yok, yok rahat yüzü gören yok. Geçenlerde komşunun biri diğerine anlatırken duydum, H. ve M.’nin izini sürerken tamamen kaybettiğinden bahsediyordu. Meğer bu iki kafadar, takibe hiç gelmezlermiş. Her reçeteyi uygulamışmış bizim komşu. Arabadır, evdir, dört beş çocuktur. Yok diyormuş, ne yapsam olmuyor diyormuş. Şimdi teknenin birinde bulabileceğine dair bir düşünce belirmiş kafasında -keza H. M. en çok da düşünce ile ulaşır insanların zihinlerine-, alacağım dermiş, tekne ile kavuşacağım onlara. Ne desem bilemiyorum ki, belki de hakikaten bir teknenin içindedir. Denizde olduğunu çoğu zaman ben de varsaydım, baktım durdum, yüzdüm durdum, bir şeyler var gibi sanki sanki, benim de zihnimde belirmiyor dieğil, onların orada ikamet ettiklerine dair garip bir düşünce. Oralarda dolanıyorum son zamanlarda, deniz kenarındaki kayalıklarda. Ayağım takılacak bir gün oralarda atlayıp, zıplarken, belki de, belki de işte tam orada olacaklar, orası da bir muamma gerçi.
Herkes avcı olmuş bunların aşkından, birbirini avlıyor, görseniz, bilseniz, benim gördüğüm gibi, benim bildiğim gibi, daha fazlasını görmeye tahammül edemez, kör olmayı yeğlersiniz.Vaatler oldukça büyük, ben dahi kanıyorum. ‘Ben dahi’ dedim, yanlış anlaşılmasın, kibir değil bu. Çok okudum, çok gördüm, çok gezmesem de, çok gözlemledim. Oradan biliyorum işte, tüm bu avcıların yegane avı H. ve M. olmuş, fakat onlar av değil, onlar elle tutulur değil, izahları yok onların, maddeleri yok onların, onlar ufuk çizgisinde yaşayan ulaşılamaz şeyler. Bir tür idea felsefenin dilinde, bir tür inanç dinlerin dilinde, benim dilimde izahsız, anlamsız, elle tutulamayan, umut benzeri, uçucu, yaklaştığınızda buhar olup uçan, uzaktan sislerin içinden size göz kırpıp duran, yaşamamızı, umut etmemizi, kaybolmamamızı, hayata dört elle tutunmamızı sağlayan varlığı ile yokluğu birbirinden ayrılamaz uçuşan fikirler.
Ben hiç kimseyim amma, siz daha iyisini bilirsiniz amma, anlatmadan edemem kilim dokuyan dedenin bana söylediğini. Vakitlerden bir vakitte, mekanlardan birinde karşılaştım kendisiyle. Gözümü ayıramadım yaptığı işten, saatlerce, rengarenk iplerin arasında, uç uca bağlayarak onları, üzerlerinden geçirerek bir birini, bir ötekini, düğümler atarak birbirine, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen insan gözüne, büyük, büsbüyük bir kilim dokurken izledim onu. Varlığımı fark ettiğini düşünmedim bile, öylece, durmadan düşünmeden birbiri ardına ilmek atıyordu, desenleri ortaya çıkarmak adına. Desenler ki ne desenler. içinde kaybolursunuz, sanırsınız ki, ayı güneşi, yıldızları, samanyolunu ve koskoca evreni dokudu parmaklarının arasında öylece capcansız duran iplerle. Sonra birleşince onlar sandım ki bu bir büyü. Kilim mi benim içimde, ben mi kilimin içindeyim bilemedim. Kaybettim bir süre yerimi, yurdumu, vaktimi. göğü ördü sanki tepeme, yeri ördü sanki ayaklarımın dibine. İşte o dede şöyle dedi bana:
Yerde arasan bulamazsın ne huzuru ne mutluluğu
gökte arasan bulamazsın ne huzuru ne mutluluğu
İnsanlarda arasan hiç bulamazsın
Eh belki otlarda ve hayvanlarda.
Sen iyisi mi yaz bir kenara şu dediğimi,
Örülüdür o tüm bu maddenin içinde
Ayrılamaz, ayrıştırılamaz o.
Ne aranabilir, ne bulunabilir o.
Ellerinin arasında, gözlerinin gördüğü yerde
Ve de onların özündedir.
Fakat lakin dokunmaya yetmez tenin
Ve ne görmeye gözün yeter, ne işitmeye kulağın.
Aha da bu kilimdeki ipler desenlerin içinde nasıl kaybolduysa
Öz ve hakiki olan da evrenin deseninde kaybolmuştur.
Tek tek arayamazsın.
Sen ne yap, ne et,
Umursama artık, içinde yaşıyorsun
Dışında aramayı bırak.
Ama tam da burada başlar asıl hikaye;
İçinde olduğun şeyin ne olduğunu
Bilemezsin asla.
Esindaş
H. ve M.’yi arıyorum, doğduğumdan beri desem abartı sayılmaz da, hadi ben kendimi bildim bileli diyeyim. Tam bulduğumu sandığım anda avuçlar...
H. ve M.
H. ve M.’yi arıyorum, doğduğumdan beri desem abartı sayılmaz da, hadi ben kendimi bildim bileli diyeyim. Tam bulduğumu sandığım anda avuçlarımın arasından kaçıverdiklerine defalarca şahit oldum. Ele avuca sığmaz imiş bunlar. Dokunursan toz olurlarmış, bakarsan saklanıverirlermiş hemen oracıkta bir yerlere. Saklanmakta üstlerine yokmuş. Sadece adları kalana kadar geride, yok ediverirlermiş kendilerini. Varlıktan yokluğa geçiverirlermiş hemencecik. Vazgeçmeyeceğim lakin. Yakalayacağım, tutacağım ellerimle.
Her taşın altına baktım neredeyse, bazen yuvarlandıklarımın dibinde olduklarını varsaydım, bazen dağın başındaki kayanın birinin altında saklandıklarını, bazen denizin dalgasıyla dümdüz edilmiş pürüzsüz çakıl taşlarında aradım, bazen sipsivri amansız kayalıklarda. Her köşe başını döndüğümde hemen oracıkta bir yerlerde bulabileceğimi varsaydım. Benden önce dönenlerin birinden biri ses etseydi bari; ne de olsa aramayan yok onları. Çetin ceviz çıktı H. ve M. Anladığım kadarıyla, okuduğum kadarıyla, tüm hikayeler onların uğruna yazılmış, tüm öğütler onlar için, tüm savaşlar da keza bilinmedik toprakların birinden birinde çıkarlar ortaya diye yapılmış. İnsan insanı o yüzden dövmüş, insan insana tam da o yüzden ah etmiş. Masal kahramanları buldu derler, onlar ulaştı derler, yüz yıl uyuyan prenses sırf onu bulduğunu sandığı için uyandı derler. Tekrar uyumuş lakin, bir yüz yıl daha beklemeye değermiş. Çeşitli reçeteler var, bilmeyen yoktur onları. Şunları şunları yaparsan kavuşursun der onlarda. Misal arabanın içinde, koltukların altında yaşadıklarını söyleyen var, kimilerine göre şahane bir evde anca bulunabilirlermiş, fakir gariban evini sevmezlermiş pek. Doğru mudur ki? Pek de kibirli, pek de şatafatlılarmış.
Ben gene de dağı taşı tercih edeceğim, reçetelerin hiçbirini uygulamadım keza, uygulamak için de artık çok geç sayılır. Fakat, arada bir, hakikaten bir evin, bir arabanın, gösterişli bir elbisenin, alımlı bir ayakkabının içinde olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum da gene de varsayıyorum ki; oralarda bulunsaydı H. ve M., bunca insan azıcık da olsa rahata ermez miydi? Yok, yok rahat yüzü gören yok. Geçenlerde komşunun biri diğerine anlatırken duydum, H. ve M.’nin izini sürerken tamamen kaybettiğinden bahsediyordu. Meğer bu iki kafadar, takibe hiç gelmezlermiş. Her reçeteyi uygulamışmış bizim komşu. Arabadır, evdir, dört beş çocuktur. Yok diyormuş, ne yapsam olmuyor diyormuş. Şimdi teknenin birinde bulabileceğine dair bir düşünce belirmiş kafasında -keza H. M. en çok da düşünce ile ulaşır insanların zihinlerine-, alacağım dermiş, tekne ile kavuşacağım onlara. Ne desem bilemiyorum ki, belki de hakikaten bir teknenin içindedir. Denizde olduğunu çoğu zaman ben de varsaydım, baktım durdum, yüzdüm durdum, bir şeyler var gibi sanki sanki, benim de zihnimde belirmiyor dieğil, onların orada ikamet ettiklerine dair garip bir düşünce. Oralarda dolanıyorum son zamanlarda, deniz kenarındaki kayalıklarda. Ayağım takılacak bir gün oralarda atlayıp, zıplarken, belki de, belki de işte tam orada olacaklar, orası da bir muamma gerçi.
Herkes avcı olmuş bunların aşkından, birbirini avlıyor, görseniz, bilseniz, benim gördüğüm gibi, benim bildiğim gibi, daha fazlasını görmeye tahammül edemez, kör olmayı yeğlersiniz.Vaatler oldukça büyük, ben dahi kanıyorum. ‘Ben dahi’ dedim, yanlış anlaşılmasın, kibir değil bu. Çok okudum, çok gördüm, çok gezmesem de, çok gözlemledim. Oradan biliyorum işte, tüm bu avcıların yegane avı H. ve M. olmuş, fakat onlar av değil, onlar elle tutulur değil, izahları yok onların, maddeleri yok onların, onlar ufuk çizgisinde yaşayan ulaşılamaz şeyler. Bir tür idea felsefenin dilinde, bir tür inanç dinlerin dilinde, benim dilimde izahsız, anlamsız, elle tutulamayan, umut benzeri, uçucu, yaklaştığınızda buhar olup uçan, uzaktan sislerin içinden size göz kırpıp duran, yaşamamızı, umut etmemizi, kaybolmamamızı, hayata dört elle tutunmamızı sağlayan varlığı ile yokluğu birbirinden ayrılamaz uçuşan fikirler.
Ben hiç kimseyim amma, siz daha iyisini bilirsiniz amma, anlatmadan edemem kilim dokuyan dedenin bana söylediğini. Vakitlerden bir vakitte, mekanlardan birinde karşılaştım kendisiyle. Gözümü ayıramadım yaptığı işten, saatlerce, rengarenk iplerin arasında, uç uca bağlayarak onları, üzerlerinden geçirerek bir birini, bir ötekini, düğümler atarak birbirine, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen insan gözüne, büyük, büsbüyük bir kilim dokurken izledim onu. Varlığımı fark ettiğini düşünmedim bile, öylece, durmadan düşünmeden birbiri ardına ilmek atıyordu, desenleri ortaya çıkarmak adına. Desenler ki ne desenler. içinde kaybolursunuz, sanırsınız ki, ayı güneşi, yıldızları, samanyolunu ve koskoca evreni dokudu parmaklarının arasında öylece capcansız duran iplerle. Sonra birleşince onlar sandım ki bu bir büyü. Kilim mi benim içimde, ben mi kilimin içindeyim bilemedim. Kaybettim bir süre yerimi, yurdumu, vaktimi. göğü ördü sanki tepeme, yeri ördü sanki ayaklarımın dibine. İşte o dede şöyle dedi bana:
Yerde arasan bulamazsın ne huzuru ne mutluluğu
gökte arasan bulamazsın ne huzuru ne mutluluğu
İnsanlarda arasan hiç bulamazsın
Eh belki otlarda ve hayvanlarda.
Sen iyisi mi yaz bir kenara şu dediğimi,
Örülüdür o tüm bu maddenin içinde
Ayrılamaz, ayrıştırılamaz o.
Ne aranabilir, ne bulunabilir o.
Ellerinin arasında, gözlerinin gördüğü yerde
Ve de onların özündedir.
Fakat lakin dokunmaya yetmez tenin
Ve ne görmeye gözün yeter, ne işitmeye kulağın.
Aha da bu kilimdeki ipler desenlerin içinde nasıl kaybolduysa
Öz ve hakiki olan da evrenin deseninde kaybolmuştur.
Tek tek arayamazsın.
Sen ne yap, ne et,
Umursama artık, içinde yaşıyorsun
Dışında aramayı bırak.
Ama tam da burada başlar asıl hikaye;
İçinde olduğun şeyin ne olduğunu
Bilemezsin asla.
Esindaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: