10 Aralık
Arabanın altına doğru eğilmeye çalıştım, elim kolum alışveriş poşetleriyle dolu olduğundan oldukça zorlandım, büyük ihtimalle bir kediydi gördüğüm fakat garip gölgeden kuşkulandım. Tam ben eğildiğim anda koskocaman bir yılan, üzerime atlayacakmış gibi hızla kıvrıla kıvrıla geçti önümden, dengemi kaybettim, poşetlerdeki meyve ve sebzeler yerlere saçıldı, yere düştüm. Özellikle elmalar her tarafa dağılmıştı, düştüğüm yerde onları toplamaya çalıştım. Günün tenha bir saatiydi ve hava oldukça kapalı olduğundan pek insan yoktu çevrede. Kollarımdan destek alarak kalktım, üstümü başımı çırptım. Bu mevsimde yılan görmek garibime gitse de, son günlerde yaşadıklarımdan ötürü dışımda gelişen olaylara karşı ciddi bir umursamazlık içindeydim.
Öteye beriye saçılan mutfak malzemelerini toparlayarak poşetlere geri koydum, elmalardan bir iki tanesi tam ortadan ikiye yarılmış gibiydi, değişik bir manzaraydı fakat kafam dolu, ilgilenmedim, yerden alarak çöp kutusuna attım. Arkadaki ağaçlardan garip hışırtılar geliyordu, güneş çoktan batmış olmalıydı ki hava iyiden iyiye kararmıştı. Uzaklarda bir yerlerde gökyüzü büyük bir gürültüyle aydınlandı. Değişik kokular geliyordu burnuma, yağmur kokusu, toprak kokusu, kırılan kalbimin kokusu.
Poşetleri arabaya yerleştirip çalıştırdım arabayı. Tüm kokulara egsoz kokusı da eklendi, kalbimin kokusunu daha yoğun almaya başladım, toprak kalpten üstünmüş diye geçirdim içimden nedensiz. Kaldı ki şu sıralar her şey nedensiz geliyor gözüme, durup dururken bir mektupla terkedilişim nedensiz, tanrının unuttuğu yerden ev satın almak nedensiz, tek başıma kalmak nedensiz, kafamdaki ağrı nedensiz, kollarımdaki halsizlik, zihnimdeki melodi nedensiz ve varlığım tamamen nedensiz ve belki de saydıklarım arasında en nedensiz olan şey 'varlık'. Acının insana değişik bir bakış açısı verdiği doğruymuş, şu an baktığım yerden durum oldukça vahim görünüyor ve canlılık denen zorbalığın eline esir düşmüş gibiyim.
Ormanlık yoldan geçiyorum şimdi, nedense yol kenarındaki lambalar yanmıyor, uzunları yakıyorum, bir iki damla yağmur yağmaya başladı bile, silecekleri çalıştırdım, yağmur bir kaç saniye içerisinde sağanağa dönüştü, eve beş dakikalık yolum var, doğrusu bu ya hava durumu ile de ilgilenemiyorum çok, derin bir umursamazlık hali. Etraf kapkaranlık elektrikle kesilmiş olmalı diye düşünüyorum, eve vardığımda yağmur da şiddetini azaltmış oluyor, hızla taşıyorum poşetleri, lambaya basıyorum çalışmıyor, neyse ki oraya buraya bir çok mum koymuştum, telefonun ışığı ile teker teker yakıyorum onları. Kediler karşılamaya gelmedi bugün, uyuyor olmalılar. Onların umursamazlığı çok daha tatlı ve yakışıyor, benimkisi ise kaba saba ve özünde tam bir numara. İçten içe yanan ve sorgulayan büyük ateş derin ve naif bir umursamazlığa asla izin vermez. Kof ve sıradan, ben insan değilim demekle olmuyor.
Elektrik geliyor, gözlerim yadırgıyor, hala alışamadım bu eve. Duvarlar rutubetten, nemden ve küften yer yer solmuş yırtılmış ve yıpranmış elma desenli duvar kağıdı ile kaplı. Salon, mutfak, yatak odası, tüm odalarda aynı elmalar. Banyonun fayansları elma şeklinde, görüp göreceğim en garip fayanslar bunlar. Doğrusu param ancak bu eve yetti ve uzun bir zaman bu elmalara tahammül etmek zorunda kalacağım. Sürtünerek geldiler kediler, gözleri mahmur bakıyor, kaç saattir uyuyorlardı kimbilir.
Poşetleri yerleştirmeye başladım. Son poşete geldiğimde duraksadım, elmalar oradaydı ve poşet garip bir şekilde hareket eder gibiydi, göz yanılması da olabilirdi tabi ve ben gene umursamadım ve açıp ağzını içine baktım, elmaların arasında sürüngen gözleri ile bana bakıyordu sinsi sinsi, fırlayıp kaçtı ve karşı duvara tırmandı. En az beş metre olmalıydı, az evvelki yılanın ta kendisiydi. Poşetteki elmalar kurt kaynıyordu, iğrenerek ağzını geri kapattım, kedilerim çoktan ortadan toz olmuşlardı, onlar için dertlenmemek gerektiğini biliyordum, saklanabilecekleri yerleri çoktu kaldı ki yılanın derdi benimleydi Orada duvarın üstünde -ki yatay nasıl durabildiğini aklım almıyor- bana bakıyor sarımtırak yeşil gözleriyle, ben de ona baktım. Hatta kendime kahve yapabilmek için su bile kaynattım bu arada. Bana orada öylece bakarak kendisini umursayabileceğimi düşünüyor mu gerçekten, kırık kalp kokusuna yılan kokusu eklendi ve hala bir toprak kadar baskın değil.
Kahvemi yaptım ve karşısına geçtim, yılanın bakışlarında bir yumuşama mı var ne? Neredeyse konuşacak benimle, ben ise onu öldürmenin yollarını düşünüyorum, hemen yanımdaki kilerden küreği çıkararak üç eşit bölmeye ayırabilirim kendisini, sonrasında da kafasını ezerim ya da üzerine fare ilacı püskürtebilirim ya da ellerimle boğarım, ona da varım çünkü binlerce onbinlerce ve belki de yüzbinlerce yılın kini var içimde, çoplak elle boğmak anca söker atar içimdeki nefreti.
Sorsa mıydım, neden bir kadının aklına girdiğini? Kadınlara olan öcü nereden geliyordu? Neden ilk erkeğin aklına girmemişti ve böylece saçlarından tutulup yerlerde sürünen, sadece çocuk doğurması ve kocasına bakması beklenen, çoğu zaman sadece etten ibaret olduğu düşünülen, çocuk doğurmadığı veyahut da doğurmayı tercih etmediği zaman aşağılanan, vurulan, tekme atılan, cadı diye asılan, aşık diye asılan, seviyor diye asılan, düşündü ve konuştu diye asılan, hakkını aradı diye asılan tüm o kadınlar yerine erkekler olmamıştı? İnsanların tanrıya ulaşmasını sağlayacak ve belki de onları birleştirecek babil kulesi bile bir kadın, bir fahişe. Sorsa mıydım bunları, yoksa öldürse miydim? Umursamazlığımın altındaki öfke fokurduyor hissediyorum, biliyorum, kırık kalbin kokusunun yerini yoğun bir öfke kokusu aldı ve bu hepsini bastırır, korkuyu da acıyı da.
Anladı, büzüştü olduğu yerden, korkmadığımı anladı sinsi bakışlı yaratık, onu gördüğümü ve tanıdığımı da anladı hain. Gözlerimi kaçırmayacağım senden, kandır hadi, dene tekrardan, sun bana sunacaklarını. Küçülmeye devam etti, kendi kendini yemeye başladı sürüngen, elmalar kayboluyor duvardan, alttan gökkuşağının renkleri çıkıyor, alacalı, bulacalı renkler birbirinin içine girmiş, koku değişiyor artık, huzırun kokusu geliyor burnuma, dünyanın en nefis çiçeklerinin kokusu, çok yoğun ve bir o kadar da ferahlatıcı.
Sabah oldu, güneş girdi içeri, karanlıkta yetişen ne varsa öldürdü, rutubet ve nem kokusu çıktı evden. İnsanlık değişti mi bilmem, kadınlar artık daha özgür mü bilmem ama ben değiştim.
Esindaş
Arabanın altına doğru eğilmeye çalıştım, elim kolum alışveriş poşetleriyle dolu olduğundan oldukça zorlandım, büyük ihtimalle bir kediydi gö...
Elmalar ve Kadın
Arabanın altına doğru eğilmeye çalıştım, elim kolum alışveriş poşetleriyle dolu olduğundan oldukça zorlandım, büyük ihtimalle bir kediydi gördüğüm fakat garip gölgeden kuşkulandım. Tam ben eğildiğim anda koskocaman bir yılan, üzerime atlayacakmış gibi hızla kıvrıla kıvrıla geçti önümden, dengemi kaybettim, poşetlerdeki meyve ve sebzeler yerlere saçıldı, yere düştüm. Özellikle elmalar her tarafa dağılmıştı, düştüğüm yerde onları toplamaya çalıştım. Günün tenha bir saatiydi ve hava oldukça kapalı olduğundan pek insan yoktu çevrede. Kollarımdan destek alarak kalktım, üstümü başımı çırptım. Bu mevsimde yılan görmek garibime gitse de, son günlerde yaşadıklarımdan ötürü dışımda gelişen olaylara karşı ciddi bir umursamazlık içindeydim.
Öteye beriye saçılan mutfak malzemelerini toparlayarak poşetlere geri koydum, elmalardan bir iki tanesi tam ortadan ikiye yarılmış gibiydi, değişik bir manzaraydı fakat kafam dolu, ilgilenmedim, yerden alarak çöp kutusuna attım. Arkadaki ağaçlardan garip hışırtılar geliyordu, güneş çoktan batmış olmalıydı ki hava iyiden iyiye kararmıştı. Uzaklarda bir yerlerde gökyüzü büyük bir gürültüyle aydınlandı. Değişik kokular geliyordu burnuma, yağmur kokusu, toprak kokusu, kırılan kalbimin kokusu.
Poşetleri arabaya yerleştirip çalıştırdım arabayı. Tüm kokulara egsoz kokusı da eklendi, kalbimin kokusunu daha yoğun almaya başladım, toprak kalpten üstünmüş diye geçirdim içimden nedensiz. Kaldı ki şu sıralar her şey nedensiz geliyor gözüme, durup dururken bir mektupla terkedilişim nedensiz, tanrının unuttuğu yerden ev satın almak nedensiz, tek başıma kalmak nedensiz, kafamdaki ağrı nedensiz, kollarımdaki halsizlik, zihnimdeki melodi nedensiz ve varlığım tamamen nedensiz ve belki de saydıklarım arasında en nedensiz olan şey 'varlık'. Acının insana değişik bir bakış açısı verdiği doğruymuş, şu an baktığım yerden durum oldukça vahim görünüyor ve canlılık denen zorbalığın eline esir düşmüş gibiyim.
Ormanlık yoldan geçiyorum şimdi, nedense yol kenarındaki lambalar yanmıyor, uzunları yakıyorum, bir iki damla yağmur yağmaya başladı bile, silecekleri çalıştırdım, yağmur bir kaç saniye içerisinde sağanağa dönüştü, eve beş dakikalık yolum var, doğrusu bu ya hava durumu ile de ilgilenemiyorum çok, derin bir umursamazlık hali. Etraf kapkaranlık elektrikle kesilmiş olmalı diye düşünüyorum, eve vardığımda yağmur da şiddetini azaltmış oluyor, hızla taşıyorum poşetleri, lambaya basıyorum çalışmıyor, neyse ki oraya buraya bir çok mum koymuştum, telefonun ışığı ile teker teker yakıyorum onları. Kediler karşılamaya gelmedi bugün, uyuyor olmalılar. Onların umursamazlığı çok daha tatlı ve yakışıyor, benimkisi ise kaba saba ve özünde tam bir numara. İçten içe yanan ve sorgulayan büyük ateş derin ve naif bir umursamazlığa asla izin vermez. Kof ve sıradan, ben insan değilim demekle olmuyor.
Elektrik geliyor, gözlerim yadırgıyor, hala alışamadım bu eve. Duvarlar rutubetten, nemden ve küften yer yer solmuş yırtılmış ve yıpranmış elma desenli duvar kağıdı ile kaplı. Salon, mutfak, yatak odası, tüm odalarda aynı elmalar. Banyonun fayansları elma şeklinde, görüp göreceğim en garip fayanslar bunlar. Doğrusu param ancak bu eve yetti ve uzun bir zaman bu elmalara tahammül etmek zorunda kalacağım. Sürtünerek geldiler kediler, gözleri mahmur bakıyor, kaç saattir uyuyorlardı kimbilir.
Poşetleri yerleştirmeye başladım. Son poşete geldiğimde duraksadım, elmalar oradaydı ve poşet garip bir şekilde hareket eder gibiydi, göz yanılması da olabilirdi tabi ve ben gene umursamadım ve açıp ağzını içine baktım, elmaların arasında sürüngen gözleri ile bana bakıyordu sinsi sinsi, fırlayıp kaçtı ve karşı duvara tırmandı. En az beş metre olmalıydı, az evvelki yılanın ta kendisiydi. Poşetteki elmalar kurt kaynıyordu, iğrenerek ağzını geri kapattım, kedilerim çoktan ortadan toz olmuşlardı, onlar için dertlenmemek gerektiğini biliyordum, saklanabilecekleri yerleri çoktu kaldı ki yılanın derdi benimleydi Orada duvarın üstünde -ki yatay nasıl durabildiğini aklım almıyor- bana bakıyor sarımtırak yeşil gözleriyle, ben de ona baktım. Hatta kendime kahve yapabilmek için su bile kaynattım bu arada. Bana orada öylece bakarak kendisini umursayabileceğimi düşünüyor mu gerçekten, kırık kalp kokusuna yılan kokusu eklendi ve hala bir toprak kadar baskın değil.
Kahvemi yaptım ve karşısına geçtim, yılanın bakışlarında bir yumuşama mı var ne? Neredeyse konuşacak benimle, ben ise onu öldürmenin yollarını düşünüyorum, hemen yanımdaki kilerden küreği çıkararak üç eşit bölmeye ayırabilirim kendisini, sonrasında da kafasını ezerim ya da üzerine fare ilacı püskürtebilirim ya da ellerimle boğarım, ona da varım çünkü binlerce onbinlerce ve belki de yüzbinlerce yılın kini var içimde, çoplak elle boğmak anca söker atar içimdeki nefreti.
Sorsa mıydım, neden bir kadının aklına girdiğini? Kadınlara olan öcü nereden geliyordu? Neden ilk erkeğin aklına girmemişti ve böylece saçlarından tutulup yerlerde sürünen, sadece çocuk doğurması ve kocasına bakması beklenen, çoğu zaman sadece etten ibaret olduğu düşünülen, çocuk doğurmadığı veyahut da doğurmayı tercih etmediği zaman aşağılanan, vurulan, tekme atılan, cadı diye asılan, aşık diye asılan, seviyor diye asılan, düşündü ve konuştu diye asılan, hakkını aradı diye asılan tüm o kadınlar yerine erkekler olmamıştı? İnsanların tanrıya ulaşmasını sağlayacak ve belki de onları birleştirecek babil kulesi bile bir kadın, bir fahişe. Sorsa mıydım bunları, yoksa öldürse miydim? Umursamazlığımın altındaki öfke fokurduyor hissediyorum, biliyorum, kırık kalbin kokusunun yerini yoğun bir öfke kokusu aldı ve bu hepsini bastırır, korkuyu da acıyı da.
Anladı, büzüştü olduğu yerden, korkmadığımı anladı sinsi bakışlı yaratık, onu gördüğümü ve tanıdığımı da anladı hain. Gözlerimi kaçırmayacağım senden, kandır hadi, dene tekrardan, sun bana sunacaklarını. Küçülmeye devam etti, kendi kendini yemeye başladı sürüngen, elmalar kayboluyor duvardan, alttan gökkuşağının renkleri çıkıyor, alacalı, bulacalı renkler birbirinin içine girmiş, koku değişiyor artık, huzırun kokusu geliyor burnuma, dünyanın en nefis çiçeklerinin kokusu, çok yoğun ve bir o kadar da ferahlatıcı.
Sabah oldu, güneş girdi içeri, karanlıkta yetişen ne varsa öldürdü, rutubet ve nem kokusu çıktı evden. İnsanlık değişti mi bilmem, kadınlar artık daha özgür mü bilmem ama ben değiştim.
Esindaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: