10 Aralık
Kafam aynen bir vortex gibi çalışmaktaydı. Hızlıca gelen düşünceler, aynı hızla kayboluyorlar ve ben hangi birinden tutacağımı bilemiyordum. Uzun süredir aç ve uykusuz kalmanın bir sonucu da olabilirdi bu. Ya da daha kötüsü, ev kötülüklerden henüz tam olarak temizlenememişti. Sakinleşebilmem için belki de bir şeyler yiyip, uyumalıydım derhal, fakat çekmecelere göz gezdirmekten kendimi alamadım, bunun bana iyi gelmeyeceğini bile bile. İlk elime gelen yıpranmış bir fotoğraf oldu. Bütün anılar hafızamdan bilincime doğru yuvarlandı fotoğrafa bakmamla beraber, oradan buradan, yıkık bir barajdan kaçar gibi zihnime doluşan anılar. Tabanı incecik bir terlikle, ayaklarıma taşların batmasına aldırmadan, koşturarak bir tepeye çıkmıştım. Hatırladığım kadarıyla, manzara bir anlığına beni rahatlatmış olmalıydı, gün batıyordu, etrafa hafif bir pembelik yayılmıştı, denizin üzerindeki gemiler aynen deniz kadar hareketsizdi, çıt çıkmıyordu dünyadan. Neden bilmem hiç aklımda değilken, fotoğrafını çekmiştim o an için bana donmuş gibi gelen dünyanın. Belki ben de donmalıydım, anılarla beraber. Fakat hatıralara daha fazla takatim yoktu, oturduğum koltuğun üzerine bırakarak fotoğrafı, mutfaga geçtim. Başım dönüyordu, buna rağmen getirdiğim poşetleri buzdolabına yerleştirmeyi başardım. Çayı koyup, kendime hızlıca bir sandviç yaptım. Elimde tepsi oturduğum koltuğa geri döndüm. Bir taraftan yiyor, bir taraftan fotografi inceliyordum. Onu nasıl çektiğim ile ilgili tüm anılar tek tek belleğime geri döndü, üzüntüm, perişanlığım, hayal kırıklığım.
Eşimle ilk kavgamızı o gün yapmıştım, hamile olduğumu o gün anlamıştım, çocukluğumda geçirdiğim karanlık kabuslardan sonra, hayatın daha iyiye doğru gidiyor oluşu gibi saçma sapan bir düşünceye sahip olan aklım ilk darbesini yemişti. Hayır, benim için hayat olduğu yerdeydi. Aynı karanlık kuyudan, anca ayın ya da yıldızların alaca ışığı ile aşağıdan yukarıya bakıp gördüğüm yüzey ya da benim gözümde yeraltı dünyasında değişikliğin mecali yoktu, cennete giden tüm merdivenler kaldırılmış, bir zamanlar merdivenlerin olduğu yerlere beton dikilmiş, ulu ağaçlar kesilmiş ve ben ya da biz, dibi belli ama dipsiz gibi gelen bir düşüş kuyusundan elimizle uzanageldiğimiz bir takım küçük iyiliklere dahi ulaşamıyor olmuşuz. Ben güneşi bilmem. Ra'yı bilmem. Bilen kimse de yok, kör, sağır insanların birbirlerine anlattıkları hikayeler dışında kollektif zihnimizde bize tanrının yansıması gibi aksettirilen kutlu güneşten bize tek düşen kör edici bir aydınlık. Tanrının kendi eliyle, kendi bilgisi ile kör olan, tanrının sesiyle sağır olan, tanrının eliyle yolunu kaybeden ve bunu kendi kendine itiraf edemeyip başını tanrının buyruklarından kaldıramayan insanlar. Tanrı nerede diyip cevabını kendi veren, takip edilirse tanrının gölgesine dahi yaklaşılamayacak bir takım buyrukların rahatlığı ile -ki emir almak her zaman rahatlatıcıdır- tanrıdan koşar adım uzaklaşan bir garip insanoğlu ve ben sırf karanlıkta kalan tüm kötülüklerin bunların vasıtasıyla yeryüzüne dağıtılmasına tanık olan, dünya döndüğünden beri döngüsel olarak tekrar tekrar kurulan ve yıkılan tüm o medeniyetlerin anlatageldiği hikayelerin özünü arayan, güneş ışığına aç fakat ulaşamayan, bilgiye değil tüm bilgilerin en kutlusuna varmaya çalışan ve yenik düşen ben. İnanç dünyanın en tehlikeli aletidir. Aidiyetimi yıldızlara vermem çok kuvvetli bir inançtan sonra olmuştur.
Eşimin saf, dürüst, ilkeli bir insan olduğuna inancım tamdı. Beni babaannemin ve oturduğum, büyüdüğüm evin habis ruhlarından o kurtarmıştı bir nevi. Kendisi ilk göz ağrım, ilk sevdiğim belki de kurtarıcımdı. Fotoğrafın çekildiği o gün tepeye çıkarken, yanağımdan aşağı süzülen gözyaşlarımı, şiş göz kapaklarımı, kıpkırmızı gözlerimi kimse görmesin diye bulabildiğim en büyük güneş gözlüğünü takmıştım, koşar adım çıktığımı hatırlıyorum o incecik tabanla, koşarak unutmak varsa eğer belki de başıma gelen şey rüzgarla beraber toza dönecekti. Fakat yeraltı dünyamda toza dönen hiçbir şey yok, öylece havada asılı kalıyorlar.
Mutfağa geçip kendime bir çay doldurdum, zihnim o günün anılarıyla dolu, çalan kapının sesini çok geç duydum. İrkildim açıkçası. Beni tanıyan bilen kimse yoktu buralarda. Kapıyı açmalı mıydım? Saate baktım telaş içinde. Gecenin ikisiydi. Yok mümkün değil iyi bir şey olamazdı bu. Bardağı telaşla tezgaha koyup kapı deliğinden bakmaya çalıştım. Düzgün giyimli, oldukça güzel bir kadın kapıda bekliyordu. Bir an içim rahatladı. Ya da aksine rahatlamamalıydı bilmiyorum ne de olsa hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bir cesaret kapıyı açtım. Görüp görebileceğim en güzel kadın olmalıydı bu. Upuzun kumral saçlarını ortadan ayırmış, bir çocuğunki kadar iri ve safça bakan gözlerden, insanım en içine işleyen bilgece bir şeyler akıyor gibi. Yaşının kaç olduğunu tahmin edebilmem mümkün değil. Çok hafif bir makyaj yapmış, üzerinde beyaz dantel süslemeleri olan bol kesim bir bluz, altında gene bol kesim kot pantolon vardı. Gülümsedi bana, ben de ona. Elini uzatarak konuşmaya başladı:
-Böyle bir saatte sizi rahatsız ettiğimiz için çok özür diliyorum. Yarın akşam saat yedide toplantımız olduğunu söylemek için buradayım. Toplantı bu evde gerçekleştirilecek. Programınızı ona göre yapmanızı rica ediyoruz sizden.
Tahmin etmeliydim kadimlerdendi. Bu derece duru gözler normal insanda olamazdı. Karşısında kendi salaşlığımdan, yok oluşsal, var oluşsal yapay acılarımda utandım. Eve davet ettim fakat gelmedi, bir baş selamıyla uzaklaştı kapıdan. Ardından bakakaldım.
Çok da şaşırmamalıydım aslında. Beni içeri aldıklarında bu tür organizasyonlar olabileceğini ve bunun bizzat bildirileceğini söylemişlerdi. Mutfaga geçip çayımı aldım, kafam bu konuda üzerinde duramayacak kadar fotoğrafta takılıydı.
Esindaş
Kafam aynen bir vortex gibi çalışmaktaydı. Hızlıca gelen düşünceler, aynı hızla kayboluyorlar ve ben hangi birinden tutacağımı bilemiyordum....
Bölüm 2: İnanç
Kafam aynen bir vortex gibi çalışmaktaydı. Hızlıca gelen düşünceler, aynı hızla kayboluyorlar ve ben hangi birinden tutacağımı bilemiyordum. Uzun süredir aç ve uykusuz kalmanın bir sonucu da olabilirdi bu. Ya da daha kötüsü, ev kötülüklerden henüz tam olarak temizlenememişti. Sakinleşebilmem için belki de bir şeyler yiyip, uyumalıydım derhal, fakat çekmecelere göz gezdirmekten kendimi alamadım, bunun bana iyi gelmeyeceğini bile bile. İlk elime gelen yıpranmış bir fotoğraf oldu. Bütün anılar hafızamdan bilincime doğru yuvarlandı fotoğrafa bakmamla beraber, oradan buradan, yıkık bir barajdan kaçar gibi zihnime doluşan anılar. Tabanı incecik bir terlikle, ayaklarıma taşların batmasına aldırmadan, koşturarak bir tepeye çıkmıştım. Hatırladığım kadarıyla, manzara bir anlığına beni rahatlatmış olmalıydı, gün batıyordu, etrafa hafif bir pembelik yayılmıştı, denizin üzerindeki gemiler aynen deniz kadar hareketsizdi, çıt çıkmıyordu dünyadan. Neden bilmem hiç aklımda değilken, fotoğrafını çekmiştim o an için bana donmuş gibi gelen dünyanın. Belki ben de donmalıydım, anılarla beraber. Fakat hatıralara daha fazla takatim yoktu, oturduğum koltuğun üzerine bırakarak fotoğrafı, mutfaga geçtim. Başım dönüyordu, buna rağmen getirdiğim poşetleri buzdolabına yerleştirmeyi başardım. Çayı koyup, kendime hızlıca bir sandviç yaptım. Elimde tepsi oturduğum koltuğa geri döndüm. Bir taraftan yiyor, bir taraftan fotografi inceliyordum. Onu nasıl çektiğim ile ilgili tüm anılar tek tek belleğime geri döndü, üzüntüm, perişanlığım, hayal kırıklığım.
Eşimle ilk kavgamızı o gün yapmıştım, hamile olduğumu o gün anlamıştım, çocukluğumda geçirdiğim karanlık kabuslardan sonra, hayatın daha iyiye doğru gidiyor oluşu gibi saçma sapan bir düşünceye sahip olan aklım ilk darbesini yemişti. Hayır, benim için hayat olduğu yerdeydi. Aynı karanlık kuyudan, anca ayın ya da yıldızların alaca ışığı ile aşağıdan yukarıya bakıp gördüğüm yüzey ya da benim gözümde yeraltı dünyasında değişikliğin mecali yoktu, cennete giden tüm merdivenler kaldırılmış, bir zamanlar merdivenlerin olduğu yerlere beton dikilmiş, ulu ağaçlar kesilmiş ve ben ya da biz, dibi belli ama dipsiz gibi gelen bir düşüş kuyusundan elimizle uzanageldiğimiz bir takım küçük iyiliklere dahi ulaşamıyor olmuşuz. Ben güneşi bilmem. Ra'yı bilmem. Bilen kimse de yok, kör, sağır insanların birbirlerine anlattıkları hikayeler dışında kollektif zihnimizde bize tanrının yansıması gibi aksettirilen kutlu güneşten bize tek düşen kör edici bir aydınlık. Tanrının kendi eliyle, kendi bilgisi ile kör olan, tanrının sesiyle sağır olan, tanrının eliyle yolunu kaybeden ve bunu kendi kendine itiraf edemeyip başını tanrının buyruklarından kaldıramayan insanlar. Tanrı nerede diyip cevabını kendi veren, takip edilirse tanrının gölgesine dahi yaklaşılamayacak bir takım buyrukların rahatlığı ile -ki emir almak her zaman rahatlatıcıdır- tanrıdan koşar adım uzaklaşan bir garip insanoğlu ve ben sırf karanlıkta kalan tüm kötülüklerin bunların vasıtasıyla yeryüzüne dağıtılmasına tanık olan, dünya döndüğünden beri döngüsel olarak tekrar tekrar kurulan ve yıkılan tüm o medeniyetlerin anlatageldiği hikayelerin özünü arayan, güneş ışığına aç fakat ulaşamayan, bilgiye değil tüm bilgilerin en kutlusuna varmaya çalışan ve yenik düşen ben. İnanç dünyanın en tehlikeli aletidir. Aidiyetimi yıldızlara vermem çok kuvvetli bir inançtan sonra olmuştur.
Eşimin saf, dürüst, ilkeli bir insan olduğuna inancım tamdı. Beni babaannemin ve oturduğum, büyüdüğüm evin habis ruhlarından o kurtarmıştı bir nevi. Kendisi ilk göz ağrım, ilk sevdiğim belki de kurtarıcımdı. Fotoğrafın çekildiği o gün tepeye çıkarken, yanağımdan aşağı süzülen gözyaşlarımı, şiş göz kapaklarımı, kıpkırmızı gözlerimi kimse görmesin diye bulabildiğim en büyük güneş gözlüğünü takmıştım, koşar adım çıktığımı hatırlıyorum o incecik tabanla, koşarak unutmak varsa eğer belki de başıma gelen şey rüzgarla beraber toza dönecekti. Fakat yeraltı dünyamda toza dönen hiçbir şey yok, öylece havada asılı kalıyorlar.
Mutfağa geçip kendime bir çay doldurdum, zihnim o günün anılarıyla dolu, çalan kapının sesini çok geç duydum. İrkildim açıkçası. Beni tanıyan bilen kimse yoktu buralarda. Kapıyı açmalı mıydım? Saate baktım telaş içinde. Gecenin ikisiydi. Yok mümkün değil iyi bir şey olamazdı bu. Bardağı telaşla tezgaha koyup kapı deliğinden bakmaya çalıştım. Düzgün giyimli, oldukça güzel bir kadın kapıda bekliyordu. Bir an içim rahatladı. Ya da aksine rahatlamamalıydı bilmiyorum ne de olsa hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bir cesaret kapıyı açtım. Görüp görebileceğim en güzel kadın olmalıydı bu. Upuzun kumral saçlarını ortadan ayırmış, bir çocuğunki kadar iri ve safça bakan gözlerden, insanım en içine işleyen bilgece bir şeyler akıyor gibi. Yaşının kaç olduğunu tahmin edebilmem mümkün değil. Çok hafif bir makyaj yapmış, üzerinde beyaz dantel süslemeleri olan bol kesim bir bluz, altında gene bol kesim kot pantolon vardı. Gülümsedi bana, ben de ona. Elini uzatarak konuşmaya başladı:
-Böyle bir saatte sizi rahatsız ettiğimiz için çok özür diliyorum. Yarın akşam saat yedide toplantımız olduğunu söylemek için buradayım. Toplantı bu evde gerçekleştirilecek. Programınızı ona göre yapmanızı rica ediyoruz sizden.
Tahmin etmeliydim kadimlerdendi. Bu derece duru gözler normal insanda olamazdı. Karşısında kendi salaşlığımdan, yok oluşsal, var oluşsal yapay acılarımda utandım. Eve davet ettim fakat gelmedi, bir baş selamıyla uzaklaştı kapıdan. Ardından bakakaldım.
Çok da şaşırmamalıydım aslında. Beni içeri aldıklarında bu tür organizasyonlar olabileceğini ve bunun bizzat bildirileceğini söylemişlerdi. Mutfaga geçip çayımı aldım, kafam bu konuda üzerinde duramayacak kadar fotoğrafta takılıydı.
Esindaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum: