Fotoğraftaki yıkık dokuk virane evde buldum aşağıdaki ne olduğunu tam anlayamadığım yazıyı. Kapısındaki asma kilide rağmen, pencereden girme...

Yıldız Tozu


Fotoğraftaki yıkık dokuk virane evde buldum aşağıdaki ne olduğunu tam anlayamadığım yazıyı. Kapısındaki asma kilide rağmen, pencereden girmeyi başarmıştım kimsenin beni görmediğine emin olduğum bir günbatımında. Orada yaşayan garip genç kızın hikayesi unutulur olmuştu neredeyse, ne de olsa evi terkedeli iki yıl kadar olmuştu. Benimkisi sadece bir meraktı, geride ne bırakmış olabilirdi ki? İçeride emayesi çoktan atmış paslı bir çaydanlık, kulpu kırılmış bir kupa ve de bir kitap vardı. Kitabın tozlu sayfalarını çevirirken buldum bu yazıyı. Kitabın yazarını hatırlamasam da adını daha dün gibi hatırlıyorum; "Ölüler de hatırlar". Kitabın uğursuzluğuna inandığımdan orada bıraksam da içindeki yazıyı buralara kadar taşıdım.

Siz ne düşünürsünüz bilmem fakat kanımca; o garip kız koşmayı tam da bu evde bıraktı:

"Arkama bakmadan koşmalıydım, nefesim bitene, bacağımın dermanı kesilene değin, billiyorum bakmamalıydım ardıma, ne de durmalıydım bir anlığına da olsa. Yolu yarıladım mı,  yoksa varmak mı üzereyim bulunmam gereken noktaya bilemiyorum fakat şimdi bilemediğim gibi iki yıl önce de bilememiştim, 30 yıl önce de.

Kupkuru geçen koca bir yazın ardından birdenbire bastıran yağmur derimi geçip, kemiklerime işlese de varmam gereken yere kadar durmamalıydım. Ne mutlu bana ki; ağlayabiliyordum hala, yaşıyordum hala, içimdeki hayat denen cevhere sımsıkı tutunmuş, gözyaşlarıma, yağmura ve yorgunluğa, üzüntüye, kedere ve eleme inat, kökü çoktan toprağın derinlerine saplanmış bir ağacın maviliğe uzayan incecik, narin ve de kırılgan dalları gibi, bir nefes için, alevi kuvvetlendirecek bir damla hava için ve de bir damla sevgi için uzanıyordu başım görünmez, ne olduğu bilinmez hiçlikten çıkıp, hiçliğe geri dönecek, sadece bir anlığına var olan ve yüz milyonlarca yıldır yok olan varlığın katmanlarına. Sırf yok olmadığımı kanıtlamak için katlana geldiğim ve katlanacağım şeylerin sınırı yok gözümde. Koşarken amansızca kendime söylediğim ve bana güç veren yegane söz öbeği, öbek öbek dolanıyor zihnimin zırhlı, görünmez ve de anlaşılamaz katmanları arasında; "varlık hiçliğe yeğdir ve hiçlik boşluktur ve boşluk yok oluştur ve yok oluş bilmemektir ve bilmemek...." Durdum. Gökyüzünde beliren, korkunç ve de gürültücü şimşekle beraber durdum. Yağmur hızını artırmıştı ve kapkara bulutların arasında bir anlığına öylesine muazzam bir şekilde aydınlanıyordu ki belki de göz alıcı fakat bir o kadar da kandırıkçı güneşin sarı ışıklarından çok daha iyi görünüyordu ortalık. Güneş bizden bir şeyler saklıyor olmalı; aklıma ilk gelen düşünce bu oldu. Karanlığa rağmen çok  daha iyi görüyordum; önümde uzanan, nereye gideceği belli olmayan fakat üstünde yol aldıkça belirginleşen geleceği ve de puslu, hatalı, yalanlı, yanlışlı geçmişi. Tahtalarının ıpıslak olmasına aldırmadan arkamdaki banka oturdum. Kaç yıldır koşuyordum böyle, arkamda bıraktığım insanlar neredeydi şimdi ve daha kimbilir kaç kişiyi daha dolandırıcı geçmişin ellerine, sırf bir avuç toza dönsünler diye bırakacaktım öylece. Toza dönmeyi aklım sırrım ermiyordu. Pembe saçlı kadının biri ben gene böyle yolda koşarken yaklaşıp tutuşturmuştu elime hiç unutamadığım o kağıt parçasını; "toza dönmek kötüdür çünkü toz kötüdür, tozlanan eşyalar süpürülmelidir ve toprak eve giremez". Süpürge sattığını düşünmüştüm bir an, pasparlak dişleri ve kocaman ağzıyla beni bir şeylere ikna etmeye çalışır gibiydi fakat neye? Çevresinde bir sürü insan toplanmış, onun kıvırcık, kabarık pembe saçlarının ileri geri hareketiyle anlattığı şeyleri dinlerken, başlarını sallıyorlardı. Oralı olmamışım gibi gelmişti bana o zamanlar, fakat şimdi düşününce ve tozdan ne kadar nefret ettiğimi düşününce belki de pembe kabarık kafalı kadının tuzağına düşmüştüm. Evde toz görünce istemsizce ve gayet de otomatik bir şekilde silerdim. Toz neydi? Düşün düşün. Toz nedir? Dedem, büyük dedem, babanem, ananem, iki teyzem, halam ve de babam. Onlar da toz mudur şimdi? Hayat ve de ölüm gerçekten birbirlerinden o derece farklı şeyler miydi de bir adet toz bezi ile temizleyecektim onları evimden? Yağmur durmadı fakat nasıl oluyorsa ben daha fazla ıslanamayacağım bir noktaya gelmiştim ve çakan her şimşek beynimin farklı bir noktasına isabet eder gibi acı içinde kıvrandırıyordu beni. Toz bezi. Düşün. İçimden daha fazla koşmak gelmiyordu. Koşuşturan her yaştan insanı daha net görebiliyordum artık.  Hep bir yerlere yetişecekler gibi, yetiştikleri zaman bitecek gibi fakat ne hikmetse hiç bitmeyen bir koşuşturma. Midem bulandı, belki de Sartrevari bir bulantı bu. Meşhur varoluşun meşhur bulantısı. Pembe saçlı kadın yolun ortasında durmuş, suratında artık bana korkunç gelen o sırıtışıyla her önüne gelene uzatıyordu o kağıdı. İşte buna sinirlenmiştim, ne de olsa bi seferliğe mahsus gördüğüm bir pazarlamacı sanmıştım onu ve kimbilir şimdi kaç yaşında olmalıydı daha yolun başında rast geldiğime göre kendisine. Bir hışımla kalktım yerinden ve hızlı hızlı yürüdüm ona doğru. Gözlerini bana dikti, Tanrım ne korkunç gözlerdi öyle; ne gözbebekleri ne de gözlerinin beyazı mevcuttu, kare şeklinde  sarılı yeşilli ışıltılar saçan bir çift düğme göz çukarlarının içine doğru birkaç çivi ile çakılmış gibiydi. Ağzı; gülen ağız biçiminde yanaklarını  iki tarafına dikilmişti. Pembe saçları ise aslında eski püskü iplerden ibaretti. Yaklaştıkça korktum, geri çekilneye niyet etsem de amacının ne olduğunu sormalıydım kendisine. Ben yaklaştıkça pörsümeye başlamıştı ve bedeninden yere kıymıklar dökülüyordu. Ağzında bir kaç diş kalana kadar hala dik dursa da, sonrasında bedeninin tüm parçaları yere yığıldı ve çok değil bir kaç saniye sonra tamamen toza dönmüştü. Beyaz kıyafetli 10 kadar asker kalabalığı yararak hızlıca toz tepesinin yanına gelip süpürge ile ne var ne yoksa süpürdüler, yağmur da kalan bir kaç toz parçasını yıkayıp, oluşan minik derecikler vasıtasıyla kimbilir nereye götürdü. Ben hariç kimsenin dikkatini çekmemiş gibiydi bu olay, ebedi koşturma ara vermeden devam ediyordu ki zaten, ben gözümü açıp kapayana değin yepyeni bir pembe saçlı dikiliyordu yolun ortasında. Bu kaçıncı pembe saçlıydı?  Biraz daha dikkat edince aslında irili ufaklı bir çok toz tepesinin mevcut olduğunu ve bunların daimi bir şekilde süpürüldüğünü gördüm. Daha önce nasıl olmuş da farketmemiştim? Hem burası neresiydi aslında? Tam olarak hatırlayamadığım kaybolmuş bir anının içinde gibiyim. Bilemediğim geçmiş bir tarihte sığındığım o garip evin içinde mi kaldım yoksa?

Yağmuru, ıslaklığı, bedenimdeki ürpertiyi hissetmiyordum artık. Karanlığı da ışığı da daha az görür olmuştum ve de buna rağmen öylesine güzel bir duyguydu ki, nefes almaktan vazgeçmeyi diledim, öylece sürüklenmeyi, üşümemeyi, yanmamayı, ürpermemeyi, sevinmemeyi, üzümemeyi, gülmemeyi, ağlamayayı diledim. O bankta saatlerce, hayır yıllarca, hayır hayır yüz milyon yıllar boyu oturmayı diledim. Pembe saçlı acaip kadın ve toz bezleri umurumda değildi sanki ve belki de bunu artık gökyüzünde değil de zihnimin içinde çakan şimşeklere borçluydum. Bir anlığına kendimin toz bezi olduğumu hayal ettim, geçmişle birlikte geleceği de silen ve sildiği şeyi boşluğa dönüştüren kara bir toz bezine, bir girdaba, spirale. Çok çabuk sıkıldım ve kendimden boya kalemleri yaptım, her yere dağıldım ve rengarenk hiçbir şeye benzemeyen cisimler çizdim. Bazı bazı kim olduğum aklıma geldi, ne işe yaradığım, nereye koşturduğum fakat nedenini bİr türlü bulamadım ve ben de düşünmeyi bıraktım. İnsanları net olarak göremiyordum artık, düşünmeyi bıraktığım için mi silikleşiyorlarlardı yoksa onlar mı bırakmıştı beni? Bank da kayboluyordu sanki fakat arada bir, can sıkıntısından etrafa dağıtsam da kendimi, hala oturuyor olmalıydım -ya da oturuyor olmalıydı- her kim ise o.

Hakikaten kimdim? Uzun zaman aynaya bakmışım gibi bir his bırakmıyordu yakamı. Bir kaç anıyı toparlamaya çalıştım zihnimde fakat hiçbir anlam ifade etmiyordu ve sonra birden bum!

Elektrikli süpürgenin sesini duydum. Tam duydum da denilemez ya hissettim. Öylece içime dolan bir kudretle topladım kendimi. Dağılmamam gerektiğini biliyordum ve de elektirkli süpürgenin çok çok kötü bir şey olduğunu son anda nasılsa farketmiştim. Birleştim ve de bütünleşerek yıldırım misali yükseldim. Birkaç parçamı son anda kurtaramamış olsam da büyük bir gayretle yeryüzünden ayrıldım. Aşağıdan hala sesler geliyordu; "toz kötüdür, tüm tozları silip süpürürüz. Toz kötüdür, tüm tozları silip süpürürüz. Toz kötüdür, tüm tozları silip süpürürüz" ve ben uzaklaşmanın verdiği cesaretle avazım çıktığı kadar sordum onlara; "ben kötü müyüm?" Çok geçmeden aldım cevabı; "tüm tozlar kötüdür, tüm tozlar yıldızlardan gelir ve yıldızlar her şeyi hatırlar  her şeyi hatırlayanlar burada bize engeldir.

Uçtum, uçtum, uçtum. En yükseğe çıkınca tüm parçalarımı dağıttım dört bucağa ve böylece artık herkes hatırlayacak ve böylece diri ve ölü bir olacak ve böylece..."

Esindaş

0 yorum:

İLETİŞİM